27 Nisan 2012 Cuma

EY SEVGİLİ



Ey Sevgili,
Hakkı söyleyip çöle sürülen Ebu zer gibi,
“Seni görmek için” sana sesleniyoruz!
14 asırlık nikâb girsede aramıza,
Çağın vicdanlarından Muhammedi bir ateş,
Senle aramızdaki tüm perdeleri kaldırıp,
Seni taşıyacak buram buram şehrin sokaklarına...
Gelseydin, dolaşsaydın sofralarımızı,
Bir kuş sütü eksik görecek,
Hemen köşe başlarında aç-susuz, sefillerden ordular,
Himmetine muhtaç “yetimler” görecektin...
Gelseydin dolaşsaydın evlerimizi,
Kavak yellerini izleyen muhteşem süleymanlar,
Kapitalle kucaklaşan, abdestli kodamanlar,
Ve sürü sürü Hamanlar, Belam’lar görecektin...
Senin o öksüz yüreğin dayanırsa,
Beyazıd Camii’nin buz gibi avlusunda,
Yavrusuyla dilenen “anneler” görecektin...
Ürkerek “Allah rızası” diyen dudaklarından,
Adının gizli glizli döküldüğünü görecek,
Nihavend makamından ezanlarla mest olan,
Çağrısız, Muhammedsiz ve kalpsiz insanlara,
La İlahe İllah! yeniden öğretecektin...
Gelseydin ey sevgili,
Tütmeyen bacalarda oluk oluk tüneyen,
Kin, nefret ve isyan halini görecektin...
Gelseydin Ya Muhammed! Devir değişti;
Ramazanda mescitlerde, Cami’lerde değil de;
Yeni yaşam merkezleri, AVM’de İtikâf...
Elinde sayaçlarla sana salat getiren;
Sevdalı aşıkların, müminler görecektin...
Gelseydin ey sevgili,
Caprice Gold’larda misafir de ederdik,
Sen arzu et yeter ki,
Emrinde jiplerimiz, emrinde tüm yazlıklar,
Yollarına dizilsin gümüşten şamdanlıklar!
Ya Resul!
O senin yıktığın putların doluştuğu,
Bankalar Ebu cehil, bankalar “yeda lehep!”
Bütün köşe başında, hem her yerde lebalep!
Modern köleler bizler, askeri ücretlerle,
Banka dinin kulu, kredi kartı borçlusu
Yıkılan ocakların, evlerin sorumlusu...
Bu günahkar, bu mücrim, bu emeksiz toplumla;
Oturur muydun aynı sofranın kenarına?
Allah! der miydin yine titreterek kalpleri,
“Kardeşlerim” diyerek girer miydin koluna?
Bu günahkar, bu mücrim, bu emeksiz toplumun...
Gel Ey Muhammed kıştır,
Yastıklar altında saklı altınlarımız vardır.
İnfak etmek için gel,
Firâk Bitsin diye gel...
Bekliyoruz yıllardır...
Yıkılsın Ebu Gureyp, kurusun kisralıklar,
Ashabu’l uhdud gibi kavrulsun tiranlıklar!
Haykırın bu şarkıyı, susmayın Allah için,
Yetimin, garibin, öksüzün feryadıyız!
Muhammedi soluklar, Muhammedi seslere
Şafağın sökeceği sabah kadar muhtacız!
Haykırın, Haykırın , Haykırın bu şarkıyı;
İşte bizim şarkımız işte bizimdir bu And;
La İlahe İllallah! Lehu’l mülkü ve lehü’l hamd!
Halil KURBETOĞLU

26 Nisan 2012 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/SEKÜLER ŞİRK


Allah demek anlam demektir. Modern hayat Allah'tan uzaklaştıkça anlamdan da uzaklaşmaktadır. Anlamsız bir hayat yük, anlamsız bir insan hiç, anlamsız bir dünya canlı cenazelerin meskun olduğu bir mezardır...

Şirk'in bir türü de, Allah'tan bağımsız bir hayat olduğunu tasavvur etmektir. Bütün bir varlık aleminde Allah'tan bağımsız bir tek alan yoktur. Hayat alanı da öyledir. Allah hayata müdahildir. Allah'ın hayata müdahil olmadığını düşünmek şirktir. Allah'tan bağımsız bir alan olduğu zehabına kapılanın önünde iki kapı vardır: Allah'ın müdahil olmadığını düşündüğü o alanda, ya Allah'tan başkalarına tanrılık yakıştıracak veya kendisi tanrılık taslayacaktır. Zaten, birinci türk şirk, ikincisine mülhaktır. Zira başkasına tanrılık yakıştıran, gerçekte kendini ilahlaştırmış olur. 

Günümüzde şirkin bu türü, seküler düşüncenin yaygın olduğu çevrelerde revaç bulmaktadır. Seküler düşünce, hayatın bazı alanlarına Allah'ın müdahil olmadığını düşünmekle kalmamakta, bu zehabını hayata geçirmek için, Allah'ı hayattan soyutlamaya kalkışmaktadır. Bunun sonu bellidir: Allah'tan, yani kutsaldan arındırılan hayat alanının hızla kokuşması ve o alanda yaşayan herkesi ve her şeyi amansız biçimde çürütmesidir. Allah'tan koparılmış bir hayat, ruhunu yitirmiş bir ceset gibi kokuşur. Bu kokuşmayı gizlemek için mumyalama yöntemini kullanmak, ölüleri diriltmez, sadece ölü yüzü pudralama anlamına gelir. İşte şu ayet bu şirk türünü dile getirir:
"Gökte ilah olan, yerde ilah olan yalnızca O'dur ve O sonsuz hikmet sahibidir, her şeyi bilendir! (Zuhruf/84).

Allah'ın gökte ilah oluşuna-mecburen ve naçar- boyun eğmek, fakat Allah'ın insanoğluna emanet ettiği şu ilahi misafirhanedeki hayatı Allah'tan koparmaya, O'ndan kaçmaya, O'ndan çalmaya çalışmak!.. Hırsızlık kötüdür. Fakat dayalı döşeli evinizi kendisine açtığınız, her bir ihtiyacını eksiksiz karşıladığınız, mükellef sofralarda ağırladığınız misafirin eşyanızı çalmaya, evinizi gasp etmeye kalkışması daha kötüdür. İnsan dünya denen şu misafirhanede Allah'ın konuğudur. O öyle bir hane sahibidir ki, sadece hane O'na ait değik, misafirin kendisi de, hayatı da O'na aittir. Hal böyleyken, Allah'ın müdahil olmadığı bir hayat alanı düşlemek, ilahi emanete kaç kez ihanet sayılmalıdır, varın siz hesap edin! "Allah hiç bir nankör haini sevmez" (Hac/38).

Allah, müslüman hayatının merkezinde yer alır. Mümin kişi, hayatın her anında Allah'la beraberdir. Yaşadığı hayatın nesnesi değil, öznesi olmayı, ancak bu sayede becerebilir. Mümin kişi bilir ki, hayatın süvarisi olmak, ancak Allah'lı bir hayatla mümkündür. Yoksa hayatın atı olmak zorunda kalır. Bu yüzden asla Allah yokmuş gibi düşünmez, yaşamaz, konuşmaz. Zira, Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır. İşte bu yüzdendir ki, Müslüman aklı, hayatın her alanında Allah'lı yaşar, Allah'lı düşünür, Allah'lı konuşur. Acının zirvesinde "Allah" der. Allah davası uğrunda can vermek için saldırgan düşmanın üzerine yürüdüğünde "Allah Allah!.. der. Can havliyle gücünü toplaması gerektiğinde "Ya Allah" der. Heyecanlandığında "Allahu Ekber" der. Bir işe girişirken "Bismillah" der. Karar verdiğinde "Biiznillah" der. Hayran olduğunda "Maşallah" der. Üzüldüğünde"La havle vela kuvvete illa billah" der. Kızıdığında "Fesubhannalah" der. Arzuladığında "İnşallah" der. Özür dilediğinde "Estağfirullah" der. Her halde "Elhamdülillah" der.. Yemin ederken "Valllah- Billah " der. İslamın inşa ettiği hayatın yapı taşları olan bu dil, İslami hayat tasavvurunun merkezinde Allah'ın yer aldığının en çarpıcı göstergesidir. Bu dil, aynı zamanada, şirkten uzak durmak için gösterilen hassasiyetin ifadesidir. Bu dili üreten akıl, Allah'tan bağımsız bir hayat alanı olmadığını, işte bu şekilde ifade etmiştir.

Tüm şirk türleri özünde, insanın kendi kendisine yettiği düşüncesinden neşet eder. İnsanın kendi kendine yettiğini sanması, şeytani bir düşüncedir. Çünkü bu, vahim bir kendi kendini aldatma türüdür. Zira bilinen bir hakikattir ki, insan kendi kendisine yetmez. Hatta bu konuda diğer canlılardan daha zayıftır.
Bir insan yavrusu annesine, diğer memelilerden daha fazla muhtaçtır. İnsan kendi bedenine dahi söz geçiremez. Küçük evren insanın bedeninde insanın bilincinden bağımsız olarak bir çok sistem tıkır tıkır işler. İnsan uyur bu sistemler uyumaz. İnsan bayılır, bu sistemler yine çalışır.
İnsan bir aileye, bir sosyal çevreye ihtiyaç duyar. İhtiyaçları karşılamak için yere muhtaçtır, göğe muhtaçtır, ekmeğe muhtaçtır, suya muhtaçtır. Ezcümle insan, enfüs ve afakta kendi kendine yetmeyeceğinin sayısız örnekleriyle kuşatılmıştır. İnsan daha yaratılmışlardan bile bağımsız yapamıyorsa, Yaratan'dan bağımsız nasıl yapacaktır? İnsan mahluksuz bile yaşamını sürdüremiyorsa, Halık'sız nasıl sürdürecektir? İşte bu yüzden şirk, insanın kendi kendisine yettiğini sanmasıdır.
Şirkin tevbesi, şirkten vazgeçmektir.. Şirkten vazgeçen, tevhide yönelir. Şirkten vazgeçmek istiğfar, tevdihe yönelmek tevbedir. Tevhide yönelmek imana yönelmektir. İman ağacının kökü ise"marifettir". İman edilecek husus hakkındaki tüm bilgiler, işte bu köke mütealliktir. 
-Mustafa İslamoğlu/ Allah-s.43-44-

23 Nisan 2012 Pazartesi

GÖRECE II


Yaşamak, ucu kırık kelimelerle cümleler kurmaktır.. Kırıla kırıla birleşmek, yontula yontula anlamlaşmaktır. Dili paslı bir diviti, mürekkebe yoldaş kılmaktırpaslana paslana parlamak, dağıla dağıla toparlanmaktır... Bir de, tükenen bir kalemdir yaşamak; tükene tükene birikmektir...


Yaşamak, yolcusundan ayrı düşmüş bir yoldur.. Öyle ki gurbet gurbet, vuslata ermektir. Bazı vakitler, tren istasyonlarında şaşkın bir çiçek olmaktır, sola sola tazelenmek, koparıla koparıla yeniden bitmektir. 

Bazen, deminden ayrı düşmüş bir çaydır yaşamak, sayın ki, tadsız, tuzsuz lezzetlenmektir; sanın ki yaşamak, kumsalda içilmiş bir ikindi vaktidir. 

Bazen, devrik kurulmuş bir cümledir yaşamak.. Bazen gereksiz sözcüklerle kurulmuş bir anlatım bozukluğudur. Öyle ki zamanların çoğunda nedensiz sonuçsuz var olmaktır... 
-Sevilay Meraler-

21 Nisan 2012 Cumartesi

MODERNİZME SATAŞMALAR/ARKASI YARIN HAYATLARIN MALAYANİ BEKLEYİŞİ

Tarihin hiç bir devrinde hiç bir aygıta nasip olamayan bir şan, şöhret.. Muazzam bir  hayran kitlesine sahip en nadide parça.. Büyük, küçük, eğitimli, eğitimsiz, zengin, fakir herkesin gözünü fidan gibi diktiği yaşam kaynağı. Öyle anaç ki kendine dikilen gözü ömür boyu yaşlı bir çınar olana dek büyüten, koruyan, sahiplenen merhamet yumağı deli aygıt.. Onun bunca merhametine karşılık bizim de ona duyduğumuz sevgi, saygı, bağlılık hatta bağımlılık.. 


Bir de diziler... Hayatımızın anlamı, sebebi nefesimiz... Kimin ağzını açsanız ucu bir şekilde bir dizi kahramanına varıyor. Sanki konuşacak hiç bir şey kalmamış gibi artık sohbetlerin mihenk taşını oluşturuyor diziler. Birbirini ziyarete giden insanlar artık konuşarak değil, birlikte dizi seyrederek tamamlıyor sohbetini. Herkes bir karakteri kendine bir idol olarak belirlemiş, o idolü yaşamının en önemli yerine oturtmuş, ona göre hareket ediyor. Bir de dillerde dizi replikleri... 
Karga misali, toplumun büyük bir bölümüne rehber olmuş diziler. Rehberi karga olanın vaziyetinin erdemi de ise ortalıktadır. Çarpık ilişkiler, meşrulaştırılan ahlaksızlıklar, duygusallığa kurban edilen  siyasi ve ideolojik gerçekler ve tarihsel yalanlar diziler aracılığıyla toplumun kanına işleyerek, zaten varolan büyük cehaletine cehalet eklemeye ve toplumu mahvetmeye devam ediyor.

Modernizmin ciddi boyutlara ulaşmış bir sosyo-psıkolojik hastalığı olan televizyon bağımlılığı, diziler aracılığıyla bu bağımlılığını büyük kitlelere yayarak artırıyor. Diziler, cehaleti ve ideolojileri empoze etmenin en kurnaz aracı oluyor ve insanlar farkına varmadan sadece duygusal yanlarıyla bu çürümenin bir parçası olmaya devam ediyor; hem de keyif alarak.. Bir de işin parasal sömürü kısmı var tabi.. Televizyonun günümüzdeki varoluş nedeni, reklam ve ticarettir. Reklam ve ticaretin varlığının idamesi de toplumun tüketimine bağlıdır. Diziler arasına reklam konuluyor ama zaten diziler birer reklamdır. Yani insanlar aslında sadece ve sadece reklam seyrediyor :) Dizilerdeki karakterlerin kıyafetleri, takıları, mekânlar ve mekân dekorasyonları, aslında sadece reklam. Bunu alışveriş merkezlerinde mağazalarda ve insanlarda rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Bir de işin psıkolojik kısmı var. Saçlarını Hürrem'in saçları gibi boyayan yaşı geçkin kadınların, Polat'ın yüzüğünü takan cılız gençlerin sayısı az değil.. Sanırım onlardan bir parça taşıyınca kendilerini prenses, padişah, mafya babası falan gibi hissediyorlar. Yani tavırlara yansıyor bir şekilde :) Her neyse ama bir şekilde tüketim toplumunun bir parçası oluyorlar.


Her dizi bir bekleyiş, her bekleyiş zamanın darağacında yolculuğu.. Sahi bu dünyada kaç  bekleyişe nasip olur bu kadar gereksizlik, ve kıymet bilmezlik? Hangi bekleyiş hangi ellerde bu kadar heba olmuştur söyler misiniz? Biz dizinin diğer bölümünü beklemek kadar başka boş bir bekleyiş var mıdır acaba? Yazık ki toplumun büyük bir bölümü hiçliği ve anlamsızlığı bekliyor, hem de büyük bir sabırsızlıkla.. 

-Sevilay Meraler-





19 Nisan 2012 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/MÜSTAKİL KALPLER


Modernizm, açık kapılarımız/kalplerimizi elimizden aldı. Artık sonuna dek açılan kapılarımız/kalplerimiz yok. Hatta günden güne daha sıkı korunan, kilitleri çoğalan kapılarımız/kalplerimiz var... Kimse kapısını/kalbini açmıyor; ne muhtaca, ne ihtiyaçsıza.. Modernizm kendimiz gibi farklı olan kapılarımızı da aldı; kapılarımız da bizim gibi aynılaştı. Oysa kapılarımız vardı bize benzeyen, bizi yansıtan... Kalbimiz aydınlıksa kapımızda aralıklı olurdu; ışığı ve sıcak bir selamı içine alan... Yok eğer soğuk ve mesafeli isek paslı ve kilitleri çok olan bir kapımız olurdu. Yani en azından dürüst bir tavır vardı kapılarımızda. İnançlarımızı bile kapılarımıza işlerdik. Oysa şimdi hepimizin içindeki sertliği sahte yumuşak  tavırlarla kapladığı kalpleri gibi, üstü ahşap kaplamalı içi çelik kapılarımız var. .. 

Bir zamanlar müstakil evlerin müstakil kalpli insanları iken şimdi nasıl da aynılaşarak yığıldık üst üste... Oysa dar sokaklarda yan yana, can cana dizilmiş evlerde otururken güzel ve farklı insanlardık. Kapılarımızı ve kalbimizi akşama dek sonuna dek açık bırakacak kadar cömerttik... Biz iyi idik ve kapılarımız da en az bizim kadar iyi idi... İyi kapılar! Nerdesiniz?
 -Sevilay Meraler-

17 Nisan 2012 Salı

YİTİM

"Kirpiklerimin ucuyla kazdığım yolda, menzil, kafile ve kumluk önemli değil" İkbal



Buradan geçmeyen bir akıl gördünüz mü? 

Gökdelenlerin göğü deldiğine  inanmamış... 
Betonlara işlemiş amele düşleri sömürmeyen... 
Sırlı levhalara flu bakışlar sıvayan bir akıl.. 

Ayaklarında toprak topuklu, demode bir ayakkabı... Üzerinde hiç bir kapitalist mağazada bulunmayan bir elbise vardı, alaca zaman renginde... Bir de çantası vardı sırtında okulsuz toplumların kullandığı, Şahmeran desenli... Dilinde ise İlhan'ın şiirinden iki dörtlük:

.../
gök yarıldıkça şimşeklerden 
soğuk aynalarda kilitliyim 
tırnaklarımdaki elektrikten 
su gibi erir iliştiklerim 
kıvılcımlar uçar kirpiklerimden 


doğumdan öncesini yaşıyorum 
henüz belli olmadı kimliğim 
vücudunu arıyor ruhum 
bir yerde atomun çekirdeğiyim 
bir yerde artı sonsuzum



Gözlerinde premodern bir buğu, ellerinde postmodern bir kukla vardı.  Serçe parmağında üstünde yaşamının anlamı yazılı ametist taşlı bir yüzük taşırdı. Ritüel bir tavır takınarak yürürdü. Hiç bir damganın tutmadığı bir teni vardı. Melezdi; neredeyse dünyanın bütün tenlerinin rengi vardı yüzünde...

Bütün dilleri bilirdi ama sadece bir kelimeyle konuşurdu. Kaçışlar mahallesinde, kendi cennetinde yaşardı. Kapısı yoktu evinin, komşuları da.. Bir tek intihar sebepleriyle şohbet eder; anomi bir türkü söylerdi. Sesi üç soyutlu romanları aşardı ama bir tek nehirler duyardı sesini.
Buradan geçmeyen bir akıl gördünüz mü? 
-Sevilay Meraler-

11 Nisan 2012 Çarşamba

AN/ILAR/ZELİHA'NIN GÖZÜ



Bütün isyanların en asil gözü!
Bütün kadınları gözyaşlarınla yıka ki, âlem inancın kadınlarını görsün ..

Bazı mekânların öyle esrarengiz ve büyüleyici bir etkisi olur ki, insanı kendine bağlayıverir. İnsan nasıl bir semti, bir şehri, bir ülkeyi sırf içinde bulunan sevdiği insan sebebi ile seviyorsa bu mekânlar da sadece orada bulundukları için şehirleri sevdirir. Şanlıurfa'da bulunan Balıklı Göl bu mekânlardan biridir. Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı zaman yaradanın lütfu ile ateşin bir serinliğe ve bir selamete, odunlarınsa balığa döndüğüne inanılan bir yer. 
Özellikte yazda Nemrut'un ateşini andıracak derecede sıcak olan bu şehirde bir tek Balıklı Göl serinletebilir ruhları. İçeriye girer girmez ciddi mânada bir serinlik hissedersiniz, bunun nedeni gölün yaydığı serinlik olarak görülse de mekân-maneviyat ilişkisine önem veren insanlar için bu serinlik gölün yaydığı serinliği aşar. 

Balıklı Göle adım atar atmaz önce korkunç  bir ses duyarsınız. Putların kıyameti kopuyordur ve Nemrut'un sesi putların kıyametine karışmıştır. Sesi, cihanın kulağını tırmalayacak kadar ürkütücü ve yüksektir. Nefsinin bütün hararetiyle ateşi hazırlayın! diye bağırıyordur. Sonra bir telaş sarar ortalığı... Bütün yüzlerde Nemrut'un korkusu, bütün ellerde şehirde yakılacak ne kadar varsa odun.. Sıcaklığı cehenneme varacak bir ateş hazırlıyordur. Bir de gökyüzünde gagasında bir damla su taşıyan bir serçe görürsünüz, İbrahim'in safındadır ve ateşi söndürmek için gagasında su taşıyordur.  
Sonra.. Bir ateş yakılır.. 
Nemrut'a göre ateştir/ İbrahim'e göre su. 
Ateşler yükseldikçe kahrolur Zeliha. 
Bir ateş yakılır... Zeliha'nın gözündeki bütün saraylar  yıkılır. 
Ateşe atılır İbrahim.
Bin ateş yanar Nemrut'un yüreğinde /Bin ateş söner Zeliha'nın yüreğinde. 
Bir ateş sarar Nemrut'u/ Bir serinlik ferahlatır İbrahim'i. 
Ağlar Zeliha o kadar çok ağlar ki gözyaşları göle dönüşür. Bu gölde takvimlerdeki bütün putlar gömülür,  bütün Nemrutlar boğulur. Başını kaldırdığında küller yerine su üstünde yüzen güller görür. Ateş suya, odunlar balığa dönüşmüştür ve Hz. İbrahim selamettedir. 

Hazineler nasıl harabelerde saklıysa, serinlik ve selamet de gözyaşlarında saklıdır ve aslında Zeliha'nın gözyaşlarıdır serinleten Urfa'yı. -Sevilay Meraler-


6 Nisan 2012 Cuma

MODERNİZME SATAŞMALAR/İNSANLIĞIN KAYIP İLAN AFİŞİNDE SOSYALLEŞMEK


Eğer yeryüzünde yaşayan kitlelerin ardına düşersen, seni Allah yolundan saptırırlar: Onlar yalnızca bâtıl inancın peşinden giderler ve onlar sadece kitle psikolojisiyle hareket ederler. 
-Enam/116-


insan sosyal bir varlıktır sosyalleşmelidir
insan sosyal bir varlıktır sosyalleşmelidir
   insan sosyal bir varlıktır sosyalleşmelidir...

Bu cümle modernizmin en çekici sloganlarından biridir. Evet doğru, insan sosyal bir varlıktır ve sosyalleşmelidir. İnsanlarla görüşmek, konuşmak, fikir alışverişinde bulunmak, birbirinin mumunu tutuşturmak ve eylemlerle dünyayı yaşanır kılmak, hepimizin insani, dini, vicdani görevidir. Fakat her şeyde bir ölçü olduğu gibi, bu tutumumuzda da bir ölçünün olması gerekmez mi? İnsan sosyal bir varlıktır, sosyalleşmelidir diye diye herkesi evinden canhıraş çıkarıp evinden soğutan, kalabalıklara karıştırıp kendini unutturan, faydasız ve boş işlerle zamanını öldüren, yabancı insanları ailesi ve akrabalarından daha değerli gördüren bu tür bir sosyallik, ne kadar insan kılabilir ki insanı? Gün boyu yaşanan dünya telaşı, etrafımızda sürekli bulunan kalabalıklar, kendimizi kendimize unutturmaz mı? Bunca yüzün, bunca bakışın, bunca sözün içinde insanın kendini kaybetmemesi ne kadar mümkün olabilir ki? Ne kadar umursamaz olursak olalım insanların davranışları, sözleri, onlardan aldığımız tepkiler bizi mutlak surette etkiler. Bu etki bazen o kadar kalıcı olur  ki insanı 'kendi' olmaktan çıkarır, başkalarının kendisi hakkında ne düşüneceği kaygısını taşıyan bir maske taktırır ve o maske, zamanla yüze yapışır ve gerçeğin yerini alır. 
Modernizm, bu anlamsız kalabalığın arasına karışmayanları garipser ve anormal sayar. Ne kadar da absürd ve mantıksız! Niteliksiz kalabalığı elinin tersiyle iten biri neden anormal olsun ki? Kalabalığı, yalnızlıkla kıyaslama şansına sahip olan biri, yaşamın bilinmezliğini yalnızlıkla deşifre edebileceğini keşfedince nasıl kopar ki yalnızlığından? O coşku onu hayatın muhalif yanına meftun etmeye yetmez mi? Yalnızlığın, güzelliği ve kutsallığının insana neler kattığını bilen biri bir ömür o nitelikli yalnızlığında takvimleri eskitmez mi? Yalnızlığın tinsel huzuru, hangi sosyalliğin rasyonel mutsuzluğuyla kıyaslanabilir ki? Bu yüzden değil midir ki yalnızlığın kişiye verdiği huzur ve mutluluk tanımının, modern mutluluk tanımından bu denli uzak oluşu...

İnsanın, hayatı ve kendini sorgulamasını engelleyen bu gidiş, niteliği niceliğe yenik düşürmeye devam ediyor. Hem ibadet, hem de tefekkür noktasında zaten yetersizliğin içinde yüzen insan, sosyalleşme derdiyle bu iki faydadan da mahrum kalmaya devam ediyor. Modernizmin bunu insanları düşünmekten alıkoymak adına yaptığını ve bunu başardığını görmek gerçekten kötü. Tefekkürün zaman ve mekân sınırlılığı olmadığı halde modernizmin, bu kâinatta ona nasıl  yer bırakmadığına aklım ermiyor. İnsanın, kendisiyle, yaratıcısıyla, günahıyla, sevabıyla yüzleşmesi yani insan olduğunu farketmesi, tefekkür kokan bir yalnızlıkla mümkündür. Bu nitelikli yalnızlığı bulmak, insanlığın hangi kayıp ilan afişinde sosyalleşmekle mümkündür ki? 

Kalabalığın içinde kaybolan modern insan! Bir avuç  yalnızlıkla bir lahza olsun yaşamaya ve kendini bulmaya ne dersin? Bi dene istersen..
 -Sevilay Meraler-

2 Nisan 2012 Pazartesi

MODERNİZME SATAŞMALAR/ TAİFE-İ NİSANIN MODERN GARABETLERİ

 
Her akım, her ideoloji ve her gelenek içinde bir çok eksikliliği barındırarak ortaya çıkar ve varlığını bu eksikliklerle  sürdürür. Bu akımlar, ideolojiler ve gelenekler salt doğru ve salt gerçek olmadıkları için, bu eksikliklerini farklı hilelerle kapatmaya çalışırlar. Bunların savunucusu olanlar da kendilerini haklı çıkarmak ve üstünlük elde etmek adına bu eksiklikleri görmezden gelip, o düşünceyi şuursuzca sahiplenirler. Kendi eksikliğiyle birlikte zaman içinde çürüyen bu süreç, taraflarını da çürüterek yaşamını sürdürür. Modernizm de bu eksikliğine rağmen şuursuz taraftarlarıyla varlığını kırarak, ezerek, sömürerek devam ettirmektedir.
Kökü modernizme dayanan görsel araçlar, gün geçtikçe daha fazla genişleyerek ve yayılarak neredeyse düşünceler üzerinde hakimiyet kurmuş, sanal bir dünya yaratmıştır. Hayat artık televizyon camı, bilgisayar monitörü ve cep telefonlarının ekranı üçgeninde akmaktadır. Beyninden ziyade gözleriyle görsel bir dünyada yaşayan insanlar da artık düşünmek ve sorgulamak yerine sadece gördükleriyle dünyayı değerlendirmekte, fikir ve inanç dejenerasyonuna uğramaktadırlar. Modernizm, sanal dünyanın inanılmaz yanılgısında varlığını sürdürürken, insanları da bu yanılgı içinde yönlendirmekte ve kötü bir şekilde değiştirmektedir. Bu süreçte en fazla kullanılan ve en çok etkilenenler ise kadınlardır. İslamsızlığın olduğu her yerde ve dönemde ezilen, horlanan, aşağılanan kadın, bu çağda da modernizmin elinde bir kukla gibi oynatılmaktadır. 
Erkeklerin zaafı kadın, kadının zaafı da güzellik olunca, (istisnalar kaideyi bozmaz!) modernizm bu zaafları kullanarak her iki cinsi de sınırsızca sömürmektedir. Modernizm, kadına yeni bir tanım getirmiştir ve bu yeni tanım kendini sadece kadın bedeni üzerinden açıklamaktadır. Çünkü kadın bedeni, modernizmin en büyük gelir kapısı, en önemli sürdürücüsüdür. Modernizm kadını görsel bir meta haline getiren bu bozukluk, teknolojinin de etkisiyle sanal ve kusursuz bedenleri ortalıklara yayarak her iki cinsi de sömürmeye, doyumsuzlaştırmaya ve yanıltmaya devam etmektedir. Bilbordlar, reklamlar, fuarlar, gazeteler, internet sayfaları sahte sanal kadın bedenleriyle saf beyinleri abesle işgal  etmiş durumdadır. 
Özellikle sanal dünyadaki sanal kadınlar, reel yaşamdaki kadınların hayatlarını bulandırmaya devam etmektedir. Bedenini kullanarak para kazanan kadınların bu zorunlu güzellikperestliği, diğer zorunlu olmayan kadınları da etkilemektedir. Bazı kadınlar ölçüyü kaçırarak şuursuzluğunun ve cehaletinin etkisi ile kendini bu zaafa kaptırmakta ve güzelliğini ilahlaştırarak hayatının merkezine yerleştirmektedirler. Ekranla gerçek yaşam arasında kalan kadınlar, sanal hemcinslerini gerçek gibi algılayıp onlar gibi olmaya çalışmaya çalıştıkça reel dünyanın en büyük darbelerini yemeye devam etmektedirler. Kendini sanal dünyanın sanal bedenleriyle kıyaslayan kadınlar, onlar gibi olmaya çalıştıkça maddi ve manevi kayıplara uğramaktadırlar. Son dönemlerde estetik ameliyatlarındaki ve kozmetik sektöründeki fahiş artış ve bu çarkta ezilenlerin yaşlarının ergen çağlara düşmüş olması felaketin boyutlarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte ameliyatlar sonucunda daha fazla deforme olan bedenlerin, ruh sağlığını kaybedenlerin ve hayatını kaybetme tehlikesi geçirenlerin sayısı hiç de az değildir. 
Dikkat ediyorsanız çevremizde garip görünüşlü, garip duruşlu ve garip tavırlı kadınların sayısı giderek artıyor. Kadınların bu sapkın düşkünlüğü gerçekten gariptir, çünkü o sanal kadınlarla, reeldeki kadınlar birbirlerine hiç benzememektedir. Benzemesi de imkansızdır zaten. Reel kadın, sanal kadın gibi olayım derken, bunun imkansızlığının çelişkisinde kaybettikçe kaybetmektedir. Şöyle bir bakın etrafınıza. Ekranlardaki kadınlar annenize, kardeşinize veya uzağa gitmeyelim kendinize benziyorlar mı? Neden onların gerçek olduğuna bu kadar inanıyorsunuz ki? Kendi çirkinliğini kapatmak için ışıltıları, renkleri, sahneyi kullanan modernizm, kadınları çirkin olduğuna inandırarak kozmetik ve estetik dünyanın kölesi haline getirmiştir. Bu gidiş bizden neleri götürüyor farkında mısınız? Modern fitnenin deformasyonuna uğrayan kadınlar! Mutlu olayım derken depresyondan depresyona giren kadınlarımız! Nereye bu gidiş? Psikologların kapısını aşındırdığınız yetmedi mi?
Modernizmin 'güzel' diye tanımladığı; botoxlu olduğu için mimikleri kalmayan yüzler, kafasına kadar kalkmış kaşlar, enjekte edilmiş slikonla asimetrik duran dudaklar ve yanaklar, yüzüne göre küçük kalan ve nefes alamayan burunlar, hayvanların denek olarak kullanıldığı ve uğruna acı çektiği ürünlerle bin türlü kapatıcı renk, kalem kullanılarak yapılan makyajla dolanan kadınlar! Işık ve gölge oyunları ve fotoshoplarla kusursuzlaştırılan bedenler! Gerçekten güzel olduğunuza inanıyor musunuz?
-Sevilay Meraler-