27 Aralık 2012 Perşembe

İŞTE İNSAN/CÜNDİOĞLU

Başkalarının günahıyla aziz olamazsın  -Çehov-

Kendimin peşindeyim.
Kendimin, yani hakikatin.
Hakikatimin.
Tüm güçlü ve zayıf taraflarımla kendimin.
Yoldaşsız bir yolda. 
Tek kişilik bir yolda
Herkes gibi.
Yalnız.
Yürüyorsam düşe kalka, bil ki ısrarımdan.
Evet, kendimde ısrar ediyorum. 
Yolumda.
Israr etmek zorundayım.
O hâlde, sen ey çocuk, gülme, çaresizim.
Yaralıyım.
Kendimle aramdaki mesafeyi kapatmak zorundayım. 
Büyüklerim gibi. Büyüklerin gibi.
Efendimiz gibi.
Ölmek zorundayım. 
Bir an önce.
Hiç değilse, ölmeden önce...

Duydukların, bir yanlış anlamanın sonucu, yanlış ve eksik bir anlayışın.
Başkalarının günahıyla aziz olamazsın der Çehov.
Kendi re’yini kullanacaksın demek ki.
Ve kendi rüyetine dayanacaksın.
Güvenme o halde başkalarının düşlerine. Kendi düşünle amel et, seni sana gösterebilecek bir düşle.
Kimbilir, belki de bir tek düşle.
Duymadın mı, önce mücahede, sonra müşahede buyurmuş Şeyh-i Ekber.
Kavga etmedikçe kendini tanıyamazsın. Kendini karşına almadıkça.
Kendini, yani tüm dünyayı.
Tevbe edebileceğin günahların varsa, ne mutlu sana! Kendisinden dönebileceğin, vazgeçebileceğin, yaptığına pişman olacağın günahların, ama senin günahların, sana mahsus günahların, yapamayacağını zannettiklerin ama yaptıkların.
Tevbe etmek demek, ayağa kalkmak demek, her düşüşünde yeniden kalkmak.
Düşüşlerin, yolda oluşunun alâmeti. Düşe kalka yürüyüşünün. İnsan oluşunun.
Düşmekten korkmamalısın o hâlde. Korkacaksan, ayağa kalkamamaktan kork!
Düşersen, ayağa kalkmaktan kaçınma! Düş, ama her defasında yeniden kalk!
Günahların da senin, tevbelerin de.
Düşüşlerinle kemâle ereceksin, ve günahlarından dönüşlerinle.
Noksanlarınla, eksiklerinle, yetersizliklerinle âlemin kemâline katkıda bulunacaksın.
Noksan olmayaydın âlem noksan olurdu, senden, senin eksiklerinden, noksanlarından, yetersizliklerinden mahrum kalırdı.
Düşmedikçe kalkamazsın.
Günah işlemedikçe tevbe edemezsin.
Sözün özü, bağışlamadıkça bağışlanamazsın.
Musil’in şu sözünü hatırla:
Herkesin, yaptığı işlerde masum olduğu ikinci bir vatanı vardır.
Haklılaştırmadan, kendini temize çıkarmadan içinde rahat edemeyeceğin yapma(cık) adaları boşver de sen, içinde yanmaktan gocunmayacağın öz vatanında ikamet etmeyi sürdür. Cehenneminde. Kendi ateşinde. Kendi günahların sebebiyle. Kendin için.

Masumiyet senin kârın değil.

Sen insansın!
Kimi zaman bir cîfeye dokunurmuş gibi hissetsen de kendini, kendini kavrama çabasından aslâ vazgeçme!
Kendini bütünüyle kavramak zorundasın. 
Bütünüyle, yani bütün günahlarınla.
Seni, hakkını verdiğin takdirde kemâle erdirecek olan günahlarınla.
Hak ehline, işte insan dedirtecek günahlarınla...  
-Dücane Cündioğlu/İşte İnsan-

Resim: http://www.mymodernmet.com/profiles/blogs/tomasz-alen-kopera-surreal-paintings

20 Aralık 2012 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/BELALTI ENTELLEKTÜELLERİ

KUMRU ÇIRPINIŞI
Hanimiş ruhumu yoran zencefil kokulu yarim? 
Neredeymiş bakışına meftun olduğum o gün batımı serzenişler?
Ahh teninde ışığımı kaybettiğim yar.. 
Bak işte ellerimde sensiz bir nefes,
Dudaklarımda bir avuç yalnızlığın var..
Sensizliğimdeyim..
Gözlerimde bir çift kumru çırpınışı,
Odamda demlenmiş bir intihar. ..
Ahh ruhunda karanlığımı bulduğum yar..
Sessizliğimdeyim..


Çok tanıdık geldi bu sözler değil mi? Siz de okumuş veya yazmışsınızdır. Aşık olan her ademoğlu/havvakızı, sevdiğinin yokluğununda bu tür sözleri yazar, okur veya dinler.. Çünkü aşk diye tanımladığı bu duygu, onu şair olmaya mecbur kılar.. Şiirlerin konusu genellikle yalnızlık, çaresizlik, sevgi ve özellikle sevgiliye/şehvete özlem!! olur. Hayatın merkezine alınan sevgili öyle bir konumdadır ki aşık kişisi dinlediği her şarkıda, okuduğu her satırda, izlediği her karede sevdiğini görür. Bunun adı aşktır ve aslında, güzel ve  kutsal/ dı/r...

Her güzel şeyi deforme eden modernizm, oldukça ademce ve oldukça havvaca olan bu "doğalımsı duyguyu" zaman içinde kendine benzetti. Modernizm, aşka yeni bir tanım getirdi ve bu tanım kendini hep kadın bedeni üzerinden tanımladı. Çünkü, modernizmin kapitalizme, kapitalizmin paraya, paranın da kadına ihtiyacı vardı. Kadın, aşkın/şehvetin diğer adı haline getirildi. Bu yüzden şarkılar kadının gözlerinden, şiirler kadının dudaklarından, romanlar kadının sıcaklığından bahseder oldu. Bunları okuyan her adem kişisi de doğal olarak bir kadın tenine/aşka/şehvete tutulma zorunluluğunda hissetti kendini.. 

Şehvet şimdilerde çok ama çok pişman.. Modernizmin onu bu kadar çok kutsayacağını bilseydi, iblisin bir parçası olacağına, iblisin içinden fırlayıp,  iblis gibi Allah'a isyan eder; iblisten daha şöhretli olurdu. Baksanıza neredeyse bir tanrıya dönüşmüş!!

Bu kadar popüler olan bir duygunun elbetteki rantçısı çok olacaktı. Her şeyi paraya dönüştüren modernist anlayış aşkı şehvete, şehveti paraya dönüştürdü.. Modernizm, "kapitalist edebiyatı", kapitalist edebiyat da "piyasa şiirlerini," "piyasa şarkılarını" ve "piyasa romanları"nı üretti.. Bu akıma en fazla en çabuk adapte olan da bizim toplum oldu. Kendini sözümona entellektüel şair/yazar olarak tanımlayan grup, popülerlik adına "cinsel açlıklarını" ve "tensel tecrübe"lerini konu edindikleri "egosal çığlıklarını" edebi forma sokarak piyasaya sundu. Böylece "belaltı edebiyatı "sektörü oluştu ve bu sektör oldukça revaçta! 

Bunun en büyük sebeplerimizden biri, belki de başkasının özel yaşamına bu kadar düşkün ve dedikoducu bir toplum olmamızdan kaynaklıdır. Kimin kalbi kimle meşgul, kimin uçkuru ne durumda en büyük merak konusu. Tabi bu zaafı kullanmayı seven çok değerli edebiyatçılar da bu fırsatı kazanca dönüştürmede geri durmadılar....


Artık kitap okuyanları görünce, kitap okuyor diye sevinemiyorum; çünkü kelimelere sinen şehvet, bu güzelliği ve sevinci de götürdü.. Bir bayan sanatçı nasıl ki, soyundukça, para kazanıp ünlü!! oluyorsa, bir şair veya bir yazar da kitabında cinselliği ne kadar konu edinirse o kadar ünlü, o kadar para kazanır oldu... Cinsel sömürünün her zaman ve mekanında olduğu gibi bu akımda bayanlar vardı ve belaltı edebiyatı onlarda da ayrı bir şık durdu!! Şimdi her yerde belaltı edebiyatçıları aranır, ağırlanır kıymet bilinir oldu. İşin komik tarafı kendini o şairler gibi ünlü hissetmek isteyen avamdan bir takım zavallı da bu tabakadan nasiplenmek için bunlara benzemeye başladı. Edebi bozuk olan edebiyatının da bozuk olması son derece doğal vesselam.

Beden şairlerine demem o ki, bedene şiir yazmak kolaydır, bedenin bedene duyduğu özlemi dile getirmesi daha kolaydır.. Yukarıdaki şiiri abartısız beş dakika içinde yazdım ve sizin şiirlerinizde  olduğu gibi bu şiirde de hiç bir samimiyet yok; sadece kelime oyunu yaptım, sizin gibi.. Derim ki bedensel şiirler ve romanlar pek de emek gerektirmiyor, bu sebep ile beğenilmiş ve popüler olmuş olsanız da kabarmayın lütfen; çünkü bu kabarış hindi kabarışı gibi bir şeydir.. Neyse elbette özgürsünüz, nasıl diliyor ve mutlu oluyorsanız öyle yaşayın kendi dünyanızda.. Yalnız sizden bir ricam var.. Siz, gençliğin duygularını ve aşkı sömürerek, kelime oyunlarınız ve tensel tecrübelerinizi yazdığınız şah/eserlerinizle para kazanmaya devam edin ama lütfen bu halinizle bir beden işçisinin yanında geçerken sakınn ha burun kıvırmayın.. 

-Sevilay Meraler-

12 Aralık 2012 Çarşamba

MODERNİZME SATAŞMALAR/ TAİFE-İ NİSANIN GARABETLERİ II


Bu konuyla ilgili, yazmayayım diyorum, yazmayayım diyorum fakat öyle makaleler okuyor öyle cümleler görüyorum ki ruhuma sinen o muşmula suratlı sıkıntıyı atmak için alternatif bulamıyorum. Son zamanlarda hangi karanlıktan çıktıkları belli olmayan bir grup aklı nakıs, hortlaklar gibi aramızda dolanmaya başladı. Bu güruh kimliğini "islamcı feminist" olarak adlandırıyor. Şimdi gelin "islamcı feminizm" söyleminin ve "islamcı feministler"in namütenahi çelişkilerine bir göz atalım. Önce kavramlardan yola çıkalım:

İslam dini, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'in tebliğ ettiği ilk "tevhid dini" ile diğer semavi dinlerin bir devamı, bunların sonuncusu ve en mükemmelidir.* Feminizm, 17. yüzyılda ortaya çıkan temeli batı olan ve kadın haklarını korumak amaçlı ortaya çıkan bir harekettir. 

Bu kadar farklı kulvarda ve birbirine bir çölün iki kıyısı kadar uzak olan bu kavramın bir araya gelmesi hangi aklın mucizesidir bilmiyorum ama paçasında zeka ve şuur aktığı besbelli!!! İslam kendine has, spesifik ve derin bir kelimedir; kapsama alanı o kadar geniştir ki kenarına sağına soluna eklenen her kelime, "filde kirpik" kadar küçük, yetersiz ve absürttür. 

Feminizmin bir çok adlandırması vardır; siyah feminizm, marksist feminizm, liberal feminizm v.b. Tuhaftır ki bu kadar yaygın olan ve bu kadar çok adlandırması olan bu hareketin 'Hristiyancı Feminizm', 'Yahudici Feminizm' gibi adlandırması yoktur! Hoş Hristıyancı, Yahudici, Zerdüştcü, Brahmancı gibi bir adlandırma da zaten yoktur!!! Bu zulüm sadece 'İslam'a yapılmış.

Feminizm, hizipçi bir kavramdır, insanı bedensel özelliklerine göre ayırır. Bütün ayırımlar ve özellikle cinsiyet ayırımı tarafgirliği zorunlu kılar. Her tarafgirlik de eşitsizliği!!  Hem eşitliği savunup hem bu kadar eşitsiz olmak akla zarar! 

İslamda insanlar eşittir ve  üstünlüğün tek göstergesi takvadır; takvanın kadını, erkeği yoktur; yani takva cinsiyetsizdir; dolayısıyla islamın feminizme/ maleizme ihtiyacı yoktur

Feminist teoloji, kadının insan mı, hayvan mı, şeytan mı olduğu uzun süre tartışılan bir dine mensup olan insanların, bu haksızlığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dinsel noktadaki bu hak arayışı doğal ve olması gereken bir tepkidir; oysa İslamiyette böyle bir haksızlık olmadığı ve kadın değerli ve eşit olduğu için, hak arama arayışına girilmez. 

İslamcı feministlerin savundukları haklar ve haksızlık olarak adlandırdıkları davranışlar genelde şiddet, ekonomik yetersizlik, eğitimsizlik v.b etrafında toplanıyor. Evet bunlar haksızlık; ama kadına değil insana!! Bunca haksızlığın altında islamın erkeğe verdiği haklar değil; erkeklerin ve kadınların iyi bir müslaman olmayıp, birbirlerine verdikleri haksızlıklara dayanıyor. Sorun, kadının erkeğe veya erkeğin kadına şiddet uygulamasıyla alakasızdır. Sorun insanın insana şiddetin uygulamasıyla alakalıdır. Şiddetin kaynağı da çoğu zaman alkol, uyuşturucu, kumar, maddi yetersizlik ve cehalettir. Zaten islamda yasak olan bu eylemleri yapmadığınızdabu nedenlere bağlı sorunlar çıkmaz. Müslüman alkol ve uyuşturucu kullanmaz, kumar oynamaz, ekmeğini helal yollardan kazanır ve her daim şükürdedir. Kuran okuduğu için de şuurludur. Geriye belki yine şiddet kalacaktır ama eminim ki oranı bayağı düşecektir. Kadına şiddet uygulanıyorsa bunun sebebi erkeğin beynine, ruhuna cehaletiyle şiddet uygulaması ve kendini islamsıın güzelliğinden mahrum bırakmasıdır.

Bu yüzden iyi bir müslüman erkekten (baba, eş, kardeş v.b) mahrum her kadın, femnizm yılanına sarılacaktır ve acı acıyı doğuracaktır; oysa islami karaktere sahip bir erkek dünyanın en tatlı erkeğidir; ama ne çok erkek, ne çok acı ve ne çok acı erkek var yaaa..

Demem şu ki "Müslüman", -feministler için yazayım çünkü onlar bu kelimeyi de cinsiyetine ayırır!!- (yani hem kadın hem erkek) elinden dilinden emin olunandır. Bir müslümanın ne kendine, ne başkasına, ne hayvanlara ne çevreye ne de uzaya zarar vermesi mümkün değildir.  Bir yerde bir sıkıntı varsa, bu, islamın iyi anlaşılmamasıyla alakalıdır. Uzun ilimlere gerek yok! Rengi, ırkı, eğitimi, statüsü, burcu "islam" olan her insan, "mümin" dır. Mümin de  iyidir, eşitlikçidir, adildir, merhametlidir.. Bu kadar basit!!
Feminizm, modernizmin kadını köleleştirme hareketidir.. 
Feminizm, kadını erkekleştirme hareketidir.. 
Feminizm, kadının "insan olma hakkını insan olma eşitliğini" elinden alan bir harekettir.. 

Demem o ki; bir yerde islam varsa, o yerde hiç bir modernist harekete ihtiyaç yoktur..


Bir de o güruha demem şu ki; hem böyle bir dine sahip olup, hem de bu hallerde oluşunuzun hangi mantıksızlığa dayandığını bilmek isterdim. Modernizmin pisliğine bulanmadan nasıl açıklayacaksınız bilmıyorum ama yine de öğrenmeyi umuyorum.. Ha bir de şu pejmürde kılığınızın, erkeksi tavrınızın ve şuh pozlarınızın islamla alakası yok haberiniz olsun!!!


-Sevilay Meraler-
* İslam İlmihali. Diyanet İşleri Başkanlığı

3 Aralık 2012 Pazartesi

HIRKANIN BİR'E AŞKI



Siz ey aldatışlar! Bunca karanlığınıza rağmen size koşarak gelen bunca karanlıklara neler vadettiniz söyler misiniz? sm

Aşkı anlamak istemeyen anlamıyor işte! Ne yaparsanız yapın, ne akıllarına ne de gönüllerine bunu izah edemiyorsunuz. Bütün içtenliğiniz ve bütün samimiyetinizle mutlu olsunlar istiyorsunuz, her dem huzurda kalsınlar istiyorsunuz.. Fakat nafile.. Sonra istemeseniz de bu mutsuzluğu hakettiklerine inanmaya başlıyorsunuz ve sonra kızıyorsunuz onlara içten içe.. 

Sahi akletmeyenlere aşkın güzelliği neden bahşedilsin ki? Sonuçta sadece akl/eden, aşk/eder..

Akletmeyenlere gerçek aşkın, "İkinin birbirini değil; ikinin Bir'i sevmek" olduğunu nasıl anlatabilirsiniz ki? En bilgiç tavırlarıyla böbürlenirlerken, "Bir'i sevmeyenin, hiç bir şeyi sevemeyeceği mecburiyetini taşıdığını" nasıl öğretebilirsiniz ki? Anlarlar mı sanıyorsunuz.. Hangi rasyonel akla nasip olmuş ki gerçeği anlamak...

Onlar nasıl anlayabilirler ki nârın o serinletici dokunuşunu ya da kul olmakla kül olmak arasındaki o ince büyüklüğü.. Onlar için kül, "bir tutam kirleten siyahlık" iken, külün aşıklar için "kalpleri temizleyen bir dezenfektan" olduğunu nasıl anlatabilirsiniz ki?

Anlamazlar, anlamayacaklar.. 


Bir önemliydi.. Cündioğlu'nun söylediği gibi: "Bir kre düşüyoruz eryüzüne, bir kere!" Hallac bir kere yandı.. Bir kere kesildi elleri ve bir kere yakıldı bedeni.. Bir ceset nasıl sadece bir kere yanabilirse; bir ruh da sadece bir kere yanabilir.. Demem o ki; insan sadece bir kere ve sadece Bir'le yanar.. Yanığından arta kalan külleri ise göğe gömülür... Yıldızların yanıbaşına yani...


Rasyonel akıllara, yana yana yanıtlamalarını umarak bu soruyu sorayım. 


Hangi hırka dindirebilir Dicle'nin kabaran yüreğini söyler misiniz?  Sizin rasyonel hırkanız mı?

-Sevilay Meraler-





22 Kasım 2012 Perşembe

KITALAR ÜLKELER İNSANLAR


 Bu yüzden ayaklarının altından hep bir gökyüzü kaydı füme rengi ve yüzlerinin göğünde bir deniz bulutlandı cehennem misali ..


Kıtalar.... Kendilerini bildiklerinde tek parçayken, sağlamken, sarsılmazken, sabitken ve onları çerçeveleyen yalnızca dupduru bir su varken.. Tevekküldeydiler.. Zaman içinde sarsıldılar.. Sonra kırıldılar ve parçalandılar.. Sonra da dağıldılar.. Hangi okyanusa kıyı olacağını bilemeyen kayıp gezginler gibi.. Fakat kabullendiler... Kaderleri elemlerini, kederleri saadetlerini çizdi... Tevekküldeydiler..

İnsanlar.. Kıtalar içinde kıtalar.. Fakat ne çok benzemediler kıtalara.. Kendilerini bildiklerinde çok parçayken, etrafları busbulanık sularla kaplı iken, değişken, çürük ve zayıftılar..   Tevekkülsüzdüler..  Zaman içinde sarsıldılar ama sarsıldıkça inat ettiler.. Dağılmayı kabullenmediler..  Sonra da hiç dağılamadılar ve hiç bir okyanusa kıyı olamadılar.. Suya dökülmüş bir kurşun gibi kavi ve şekilsiz oldular.... Tevekkülsüzdüler..

Ülkeler.. Nasıl bir kaderin parçası olacağını hesap etmeden kıtalara yerleştiler.. Her ülke kendi kıtasının kaderine yerleşti. Bazılarının kaderi yemyeşil akardı, bazılarının da kapkara.. Kabullendiler.. Hiç bir ülke kaderinin rengini değiştirmedi.. Onlar, onları "boyayanı" tanıyorlardı; bu yüzden kalp ölçümleri, yüzölçümleri kadar sığ olmadı hiç.. Yüzleri kanasa da, kalpleri kanamazdı ülkelerin.. Kaderleri bu teslimiyete bağlı kılındı... Tevekküldeydiler..

İnsanlar.. Ülkeler içinde kendi ülkeleriyle yaşayan ülkeler.. Fakat ne kadar da çok benzemediler ülkelere..  Farklı renkteydiler.. Kabullenmediler.. Rengini değiştirmeye kalkacak kadar hadsiz, renklerin güzelliğini göremeyecek kadar  körlerleştiler.. Tevekkülsüzdüler.. Bu yüzden O'nsuz kaldılar, yani  derinsiz, yani kalpsiz..  Yüzleri kanamasa da kalpleri kanardı insanların.. Bu bile kabul etmediler.. Kibir, renkleri değiştirdi.. Bu yüzden ayaklarının altından hep bir gökyüzü kaydı füme rengi ve yüzlerinin göğünde bir deniz bulutlandı cehennem misali .. Tevekkülsüzdüler...


-Sevilay Meraler-






19 Kasım 2012 Pazartesi

SIRRIN SIRRA B/İZDÜŞÜMÜ

Hiç elinize bir ayna alıp, tersine baktınız mı? Yüzü siyah olana...
Kendimizi sakladığımız o karanlığa yani.. 

Nasıl da düşkünüz değil mi aynalara, yani kendimize, yani kendimizi parlaklıklarda görmeye... Akıl yanılgısı pürüzsüzlüğümüze yani... Elimize aynayı aldığımızda garip bir şekilde içimizde bir yükseklik sevdası belirir değil mi? Çünkü uçurumu kendine ayna edinen nefsimize dalarken, benliğin, o yalancı cennetinde  dolanırız.


Aynaya bakarken kendimizi öyle bir tekliğe yerleştiririz ki; her şeyin çift ve zıttıyla kaim olduğu gibi, aynaların da çift ve zıt nitelikte olduğunu unuturuz. Oysa ayna parlaklığı ve donukluğu, aydınlığıyla karanlığı, gizemi ve şeffaflığıyla, yani ikiliğiyle vardır. Bizim gibi yani... Diyorum ki aynayı anlamak,  kendimizi anlamaktır.



Sahi aynaya neden bakarız? Kendimizi hatırlamak için mi, yoksa unutmak için mi? Ne dersiniz?Hepimiz kendimizi hatırlamak için baktığımızı sanırız değil mi? Oysa gerçek tamamiyle bu değil. Aynalar insana kendini hatırlatır doğru; fakat öyle bir hatırlatır ki, insana nefsinden başka her şeyi unutturur. Önce Allah'ı unutturur örneğin, 
sonra insana kendini unutturur, sonra da O'nun yarattığı her şeyi... Gerçeğin ta kendisi olan cehennemimizi bile. Marazi bir vefa bu yani.


Bazen düşünüyorum da acaba bu yüzünden midir O'nun bizim için yarattıklarının eline ayna tutturmaması? Yani hangi dağ kendi suretini görmüş ki aynada ya da hangi nehir mavi saçlarını aynaya bakarak taramış ki? Ya yıldızlar? Onlara ne demeli? Ellerine bir ayna verseydi yaradan, gökyüzünde böyle sakin durabilirler miydi? Onlar da bizi unutmazlarmıydı? Bizim onları unuttuğumuz gibi yani.. Onların aynası yok ve bu yüzdendir, milyarlarca yıldır O'nu ve bizleri unutmamaları ve görevlerini hiç aksatmamaları.



Aynalar sırlanır, yani her ayna sır/lıdır ve  her ayna, kendine bakana bir sır verir. Bu sırrı da insan yerleştirir aynalara. Fakat ne gariptir ki aynayı sırlayan insan, aynadaki sırrı çözemez ve o sırrı anlayamaz. O sırrı anlayan kaç kişi çıktı bilemeyiz..  Anlamak için biraz yorulmamız gerekecek. 


Şimdi elinize bir ayna alın ve diğer yüzüne bakın lütfen. Kendinizi göreceksiniz, belki de sırrı yani!!!             
 


                                                              
                                                                                                                                    -Sevilay Meraler-                  
                                                                                                                                    


                                                                                                                                    
                                                                                                                                                                                                                                                                    


12 Kasım 2012 Pazartesi

MODERNİZME SATAŞMALAR/ YORGUNİZM

Yorgunizm,  mahvedicidir ve o kahredici izi,
 yalnızca çocukların gözbebeklerinde kalır... sm


Modernite, insan aklını tanrıya dönüştürmekle başladı insanlığı yağmalamaya..  İnsanı, insan kılan ne varsa yağmaladı. Bu hadsiz tanrı, akılsızlıkları doğurdu ve akılsızlıklar üredikçe, insanlık, sürüler halinde intihar etti. Modernite, küflü bir körlüktü ve bu körlük evrene yayılınca insanlık, kurt/landıkça kurt/landı.. Sonra izmleri doğurdu bu akılsızlık ve her izm eksik ve yanlış varlığıyla insanlığın aklını bir çöp yığınına dönüştürdü. İzmler, kaynağı akıl olan akılsızlıkların bütünüydü ve yol/suzluğun bir nevi idi. İzmler yolsuzdu ve yolcuları kayıplardadır.. Oysa yol, Bir'dir..

İzmler, sürüler içinde siyah bir hizipçilik yaratmaktan başka hiç bir işe yaramadı..  Sürüler halinde şuursuzluk, sürüler halinde nefret, sürüler halinde kölelik ve sürüler halinde kan.. Korkarım sonsuza dek sürecek.. Birey olamayan, düşünemeyen, idrak edemeyen, futbol fanatikliği basitliğinde olan bu garip sürünün en açık tanımını Meriç şöyle yapmıştır: 'Onlar sürü yavrum. Zincirlerinden başka kaybedecek neleri var? Karanlıktan geldiler, karanlığa gidiyorlar. Ummandaki dalgalar gibi sayısız.. Tarihi yok bu sürünün. Macerası yok. Yıldızlara tırmanan merdivenden habersiz. Yürüyen, esneyen, tepinen ve öğrendiği şeyleri tekrarlayan uzviyet. Kafanın vecdinden habersiz. Bu sarhoş karnaval alayını yıldızlar, yüzbinlerce yıldız, kayıtsız bakışlarıyla seyrediyor'..

Bu kainatı ve görüp görmediğimiz her şeyi Allah yarattı ve her şeyin tek sahibi, kadiri mutlak ve hakimi mutlak olan Allahtır. Allah varken, insanın kendini aklını tanrı sanması ve akılsızlığınca hareket etmesi, insanlık için sadece hezimettir. Bu hezimetin de en masum kurbanları, çocuklardır. Çünkü Allah için yapılmayan her eylem, her çocuğun gözbebeğini farklı bir şekilde yaralar. Abdulkadir Geylani'nin 'yaptıklarınızı "Allah" için yapmıyorsanız boşuna yorulmayın' sözünü okuyunca ve üzerinde düşündükçe, sayısı yüzlerce olan dünyadaki bütün izmleri "yorgunizm" adı altında toplamakta kendimce bir mahzur görmedim. İzmlerin uğruna çekilen bu kadar acı, bu eylemler, bu söylemler.. Akılsızlık yorgunluğu.. Evet bu dünya yorgunizmin elinde kahırlarda, insanlık yorgunizmin elinde bunalımlarda.. Yol gösterici olduğu sanılan izmler aslında hiç bir yere ulaşmayan yolsuzluklardır. Bu yüzden çıkmaz sokakları, labirentleri, bataklıkları bitmeyecek bu dünyanın.. 

Yazıyı Necip Fazıl'ın şu sözleriyle bitireyim:
  
Allah'tan başka her şey bâtıl..
Kapitalizm ve liberalizm; cemiyetin hakkını çalar,
Sosyalizm ve kominizm; ferdin hakkını çalar,
Materyalizm ve pozitivizm; ruhun hakkını çalar..



-Sevilay Meraler-


31 Ekim 2012 Çarşamba

YAĞMUR KOZMOPOLİT BİR AŞKTIR

Yağmur kozmopolit bir söylemdir...  

Ne çok acının, ne çok haksızlığın, ne çok kanın yaşandığı dünyamızda yağmur eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin adıdır. Kırmadan, vurmadan, yaralamadan, ezmeden nasıl yaşanılacağını anlatır. Yaşatarak , ferahlatarak... Bizler gibi değil yani.. Çünkü;

Yağmur kozmopolit bir aşktır.. Hesapsızca yağar.. Sorgulamadan, yargılamadan.. 

Eşitlikçidir.. Apolitiktir.. Özgürlükçüdür.. 

Ne tarafgirliği vardır, ne çok yüzlülüğü.. Ne tenlerin rengine göre azaltır kendini, ne ruhların t/aşkınlıklarına göre çoğaltır.. Duru olanın da üstüne yağar, kuru olanın da.. Örtülünün de üstüne yağar, örtüsüzün de.. Kapitalistlerin de üzerine yağar, liberalistlerin de.. Marjinalleri de ıslatır, en sıradan olanları da.. 

Bakmayın rasyonel aklın onu bir su damlası basitliğinde gördüğüne.. O bir davanın yağışıdır.. En koyu izmlerinden de koyudur davası.. En irrasyonalist tavrıyla,  davasının en büyük savunucusudur. Sloganı kainatı inletecek kadar yumuşak ve sessizdir... Yumruğunu sıktığında ise kuramları, teorileri, sular seller götürür..

Yağmur kozmopolit bir aşktır.. Çelişkisiz yağar.. Muğlak niyetlerle ilişkisizdir.. Akılla ilişki/nsizdir yani..  Nettir.. Hiç olamadığımız kadar yani.. Egocul değil, insancıldır.. Sınırcısızdır.. Çizgileri bile yoktur.. Bütün çizilmişlerin sınırsızlığını savunur yani.. Yağdığında bütün çizgilerin renkleri dağılır.. Adildir de.. Dikenli telleri de ıslatacak kadar hatta.. 

Tekel özgürlükçüsü de değildir, dünyanın bütün ellerini ıslatır yani... Akımların, aklı ayırdığına inanmaz.. En tutkulu modernist aklı de ıslatır, en ilkel kabilenin akılsızlığını da.. Statüleri de takmaz hani! Bu yüzden batının kriterlerini de ıslatır, doğunun kritersizliğini de.. Kalbe de yağar, akla da.. 

Anarşist bir tavrı yoktur, çatışmacı da değildir.. Ne gökte kaos yaratır, ne yerde.. Öyle ki yağdığında damlalar bile birbirleriyle çarpışmaz.. Bireycidir.. Sürülere sürüce yağmaz, teklere, teker teker yağar.. 

Yağmur neden mi yağar? Nasıl yaşanması gerektiğini anlatmak, aşkı anlatmak için tabiki.. Siz de bunu anlayabilmek için aklınızı biraz yorun lütfen. Anlayacaksınız inanın.. Göreceksiniz ki yağmur ideal sandığımız aşkın en gerçek, en ıslak söylemidir.. 

Yağmur, kozmopolit bir söylemdir... Biz, kozmopolit bir çölüz.. Yağmurun çöle yağışı ise sadece aşktandır..  
-Sevilay Meraler-


22 Ekim 2012 Pazartesi

KEŞİF




Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin..
Canlarda ve tenlerde nihayet hep sen imişsin. .
Alemde nişan ister idim ben sana senden..
Gördüm ki bu alemde nişan hep sen imişsin...



-Molla Câmî-

KÜF KOKAN BİR YAZI/ CÜNDİOĞLU




Gam ve kasavetten kim hoşlanır?
Evet, kim, hüznün ve kederin nemli koridorlarında üşümekten büzüşmüş parmaklarını dermanı kalmamış nefesiyle hohlaya hohlaya ısıtmaktan zevk alabilir?

Galiba, pek az kimse.
Buna mukabil elimizde ne var bakalım: neşe, ferah ve sevinç.
Hepsi bu kadarsa, sormaktan niçin çekinelim o hâlde:
Yumuk yumuk gözleriyle dünya ışığını karşılayan bir başın utanç içinde kasılmış gövdesinin tam da aksine, yaşama inat, mini minnacık ayaklarıyla direne direne dünyaya adım atan şen bir bebeğin melekleri dahî tedirgin eden o yakıcı çığlığı, uçmasın diye üzerine yerleştirilmiş koca dağlarla örtülü yeryüzünü ne denli sarsabilir ki?
Sarsamaz.
Hiçbir çığlık, hiçbir feryad yeryüzünü sarsmaz, sarsamaz.
Yetişkince nârâlar atmaya da gerek yok. Yeryüzü gamsızdır çünkü, umursamaz.
Yaşama umudunu değil, bizatihi yaşam sevincini nerede arayıp nerede bulacağım öyleyse?
Sorarak öğrenmekten başka elimden ne gelir!
Beklemeyecek ve hemen soracağım:
Geç kalmış bir yaşamın umudu ne denli geçmişe ve geleceğe uzanır? Geç kalmış, yani gecikmiş bir yaşamı en yakın gelecekte ve en uzak geçmişte yaşama umudu?
Kıyameti geciktirmemeliyim.
Geç kalmışlık duygusunun geçmiş ve gelecek vehmi sade bir yanılsamadan öteye geçmez. Burası kesin.
Acele etmesiyse, sanılanın aksine, sonu uzaklaştırmaz, yaklaştırır. Umutsuz çabaları alkışlamak, çapalayan ellere en büyük hakarettir çünkü. Çapalayan, çabalayan, yani yazgısı olan sonu bile isteye çabuklaştıran ellere...
Ermekten korkan ellerin sahipleri utansın! Başkaları değil, kemâle ermekten korkan ve sırf korktuğu için yaşama direnen ellerin sahipleri...
Küf kokan bir yazı bu!
Kendime bırakılsam yazmayı istemediğim, ne var ki sırf bırakılmadığım için, kendi kendimle başbaşa kalmak adına yazmak zorunda olduğum bir yazı.
Aptallar cennetinde mutlu olmayı beceremediğim için mi kınanacağım?
Benden uzak olsun böylesi bir mutluluk!
Asırlık hüznüme karşılık teklif edilen sözümona bir couplelik yaşam sevincini şiddetle reddediyorum.
Başka bir nedenim yok, insan olmayı başaramamaktan korktuğum için reddediyorum.
Yoksulluğum övüncümdür, diyenin mübarek gözleriyle işaret ettiği o mahzun incir ağacının altında geçirmekte olduğum bitmez tükenmez bir ânın hülyasıyla kendimi kandırmayı becerebildiğim için sürülere özgü sevinçlere kapılmayı seçmek, ermek istediğim menzilin hakikatiyle mütenasib değil.
Bu yüzdendir ki sürtüne sürtüne yürümeyi beceremiyorum.
Çaresizim, aptalca bir sevincin salına salına dolaştığı anacaddelerde kendisiyle yanyana yürümeyi beceremediğim için bu sözde ihsanı reddediyorum.
Kelebeğin mumun ateşinde yanması yanmayı beceremeyenler için bir teselli kaynağı değildir, sadece imrenilesidir.
Isınmak için değil, ışıtmak için yanar kelebekler. Çığlık atmadan sessizce kavrulurlar yârin ateşinde. Yazgıları böyledir. Ağlayamazlar. Ağlanan oldukları için ağlayamazlar.
Küf kokan bir yazı bu!
Ne burnunu tıka, ne huzurdan ayrıl ey talib!
Talib, sade hakikatin talibidir. O hâlde hakikatin cilvelerinden yaka silkmeyi bırak da o nazlı dilberin cemalini ısrarla taleb etmeyi sürdür.
Bilmek mi istiyorsun?
Dinle ve verebilirsen sen cevap ver o hâlde:
Dayanabileceği son kertede çatırdayan muhkem balkon demirlerinin bile acısına dayanamadığı bir hüznün eşliğinde kendini boşluğa uçarken bulan adamın, izni olmaksızın güneşe bakmaktan kamaşmış gözlerden saklamayı tercih ettiği şaşkın bakışlarıyla karşılaşmak için ne denli büyük bir günah işlemiş olmalıyım?
İşlediğim büyük günahın niçin katmerleştiğini anlamak bu kadar mı zor?
O adamı öylece boşlukta tutabilmek için ne yapmam gerektiğini hiç bilemedim; başını şefkatle okşayıp o ölgün vücudunu usulca toprağın üzerine koymayı da beceremedim.
Ne diyebilirim ki?
Cânını teslim ettiği âna kadar handiyse onunla hiç karşılaşmadım.

15 Ekim 2012 Pazartesi

ACININ ÖMRÜ



acının ömrü bir içimlik baldıran..
cinneti dirilmiş sanrılardan kalan..
                                   biraz kaygısı gülerin, biraz vîrân..

acının ömrü bir içimlik baldıran..
cepleri boşalmış takvimlerden kalan..
                                     biraz korkusu ölümün, biraz perişan..



                       

-Sevilay Meraler-

13 Ekim 2012 Cumartesi

BEDENLERİ/RUHLARI ÖRTEMEYEN YAPRAKLAR


Allahım! Beni yalnızca seninle oya/la!


Allah, mutlak güç sahibi, mutlak tam ve mutlak tektir. İnsanoğlu, mutlak aciz, mutlak eksik ve mutlak çifttir. İnsan, iki eksikliğe sahiptir; biri, Allah'la ilgili olan eksiklik, diğeri kendisi gibi olanla ilgili olan eksiklik.. İnsanın Allah'la alakalı olan eksikliği, kişiye ait, tek, bağımsız ve sadece Allah'a teslimiyetle dolan bir eksikliktir. Kendi varlığıyla alakalı olan eksikliği ise, iki eksikliğin doldurduğu bir eksikliktir; ikiye ait, çift ve bağımlı.. Eksikliği ancak başka bir eksiklikle dolan bir eksiklik.. Adem ve Havva gibi yani.. Adem, Havva'nın kendisini dolduran eksik yanıydı, Havva Adem'in... 

Adem ve Havva birbirlerini birbirlerini eksikliğiyle dolu dolu yaşarlarken, başka bir eksiğin aldatışıyla en büyük eksikliğe düştüler. Şeytan, verdiği bir çift vesvese ile bu bir  çift eksikliği aldattı. Yasaklanan ağacın meyvesini tattılar.. Bu aldanış sonucunda Adem ve Havva'nın temiz özleri, nefislerinin aldatışıyla kirlendi. Adem ve Havva, utançlarının bedenleriyle alakalı olduğunu sanıp, günahlarını cennetteki yapraklarla kapatmaya çalıştılar ve fakat yapraklar bu utancı kapatmaya/afolunmaya yetmedi. Çünkü bu utanç, bedeni aşan büyük bir utançtı. Hiç bir yaprağın örtemeyeceği kadar büyük.. Bedenlerin sığ varlığına sığamayacak kadar ve bedenlerini aşan bir utanç.. Şeytan, onlara alemlerin en büyük kötülüğünü yaptı. Onlara, Allah'ı unutturdu ve bu büyük gafletle Ademle Havva, birbirlerinden değil Bir'den utandılar... 

Bu yüzden insanoğlunun ilk günahının, ilk ayıbının sadece bedeniyle alakalı olmadığı kanaatindeyim. Bedene indirgenmiş günah anlayışını baz alarak, günahı ve yaşamı anlamlandırmamız bizleri yanıltabilir. İlk günah, sadece bedenle alakalı bir günah olsaydı Allah cennetteki hiç bir varlığın bu utancı kapatmasına izin vermezdi. Bir yaprak olsa dahi.. Ancak Allah, onların itaatsizliğini affetmedi. İnsanın en büyük ve ilk günahı O'na teslim olmaması, O'na itaat etmemesi ve şeytana uymasıydı..

Ademle Havva'nın bedenleriyle işledikleri ikinci günah, bedenleri ile sınırlıydı ve o utancı örtmeye bir kaç cennet yaprağı yetmişti. Hz. Adem yıllarca pişmanlıktan perişan bir halde dua etti de affedildi. Ya bizler? Bizler, hem teslimiyetsizliğimizin hem de bedenimizin günahıyla pervasızca yaşarken ve utancımız bütün bedenimizi kaplamışken ve üstelik bundan utanmıyorken ve dahi etrafımızda hiç bir cennetin hiç bir yaprağı yokken, nasıl örtüneceğiz söyler misiniz? Dünyanın bütün yapraklarını getirseler, bedenlerimizin/ruhlarımızın utancını örtmeye yetecek mi? Korkuyorum.. Allahım ömrümüzü affımıza vesile kıl!
  -Sevilay Meraler-

5 Ekim 2012 Cuma

İZOLE BEDENLER/İZOLE RUHLAR


İnsan, beden ve ruhtan mürekkeb bir varlık. Beden, insanın maddi, ruh ise manevi varlığının temsilidir. İnsanı  insan yapan bu iki mefhumdan olan beden, göze indirgenmiş varlığıyla yokluğu tartışılmayan bir mefhumken, ruh, varlığı hâlâ  tartışılan bir mefhumdur. Rasyonel akıl ile sofu akıl arasında, yüzyıllardır süregelen bu tartışmada, ortaya ifrat ve tefrit noktasına ulaşan bir çok argüman atılmıştır. Gerek dini kaynaklarda, gerek bilimsel kaynaklarda ruhun ne olduğuna dair doğruluğu tartışılacak bir çok tanım yer almaktadır; ancak İslam referanslı bir bakış açısıyla baktığımızda Allah'ın Hz. Adem'i yaratırken ruhundan üfleyerek ona hayat vermesi, ruhun varlığı hakkında bilgi vermektedir. Ruh kavramının Kuran'da geçiyor olması varlığını kesin olarak kanıtlasa da niteliği konusunda net bir bilgi vermemektedir. Lâkin, ruh ve beden inancı arasındaki fark, görmekle alakalıdır. "Bedenin görmesi" ile "gönlün görmesi" arasında sonsuzluğun iki ucu arasındaki yol kadar mesafe vardır. Var olanı bedenin görmesi ve onaylaması basit, görülmeyeni onaylaması ise zor bir onaylama şeklidir. Bedenin gördüğüyle birlikte görmediğini de görmek, maneviyatla alakalıdır; maneviyat, görme ötesi bir görmedir.


Ruh, bedeni etkiler. Beden, hareketleriyle ruhu temsil eder ve ruh, niteliğini bedende kanıtlar.  Misal, alınlardaki secde izi, alnı secdeye değen ruhun izidir.. Ruhun beden üzerinde döminant bir etkisi vardır. Şöyle ki, bedenlerin kararması ruhların kararması ile olur, bedenin aklanması da yine ruhun aklanmasıyla alakalıdır; ancak buradaki beden aklığı ve karalığı tenlerin renginden öte bir şeydir, bu  imanın/temizliğin rengiyle alakalıdır; malum Allah katında kalıpların önemi yoktur ve İslamiyetin  bedenleri baskı altına alma ve sahiplenme gibi bir derdi de yoktur.. 

Takva, ruh ve beden birlikteliğinin artması veya azalması ile alakalıdır. Ruh ve beden arasındaki bu doğru orantı, insanın ruhunu ve bedenini izole ettiği durumlarda da geçerlidir. Kendini günahlardan ve kirlerden izole eden bir ruhun karşılığı temiz bir bedendir. Çilehanelerde ruhlarını ve bedenlerini izole eden dervişlerin, Allah'a bu yolla ulaşmaya çalışmaları bunun güzel bir örneğidir. Bunun dışında bedeni de bedenden izole etmek gerektiği kanaatindeyim, yoksa eksik takvamızla huzuru bulamayız. Çünkü, beden odaklı  uhrevi anlayış, insana huzurdan çok sıkıntı verir. Misal, takva elbisesini giymemiş bir insan, dünyanın en geniş ve kalın elbiselerini giyse de çıplaktır, abdest alan biri günahlarının da akan suyla birlikte temizlendiğini hissetmiyorsa kirlidir, namazın anlamını bilmeden namaz kılan sadece dini ritüelin bir parçası olur, mahşerin eşitliğini hissetmeyen bir beden tavaf ederken yalnızca koşar, rızayla yapılmayan infak, insanın maddi ve manevi hayatını eksiltir, ruhuyla dilini birleştiremeyen bir şehadet sadece sözden ibaret kalır. Bu nedenle ruhların dünyadan,  bedenlerin bedenden izole dilmesi gerekir.


Biz insanlar bir çok kaynakta her ne kadar Hz. Adem ve Hz. Havva'nın yasak meyvenin yenilmesi/itaatsizlik sonucunda "günahın çocukları" olarak görülsek de aslında bizler Hz. Adem'in "tövbesinin çocukları"yız. Çünkü Adem, özü itibarıyle zaten temizdi, günahı onu kirletti. Adem'in özü temiz olmasaydı "kirlenmek/günahlanmak" diye bir kavram olmayacaktı. Bilinir ki temiz olan kirlenir, kirli olan bir şey ise ancak daha fazla kirlenir. Bizler kendimizi günahlardan ve kirlerden izole ettikçe Rahman'ın bizi bu dünyaya kirli bir bez parçası gibi atmadığını, aksine değerli ve temiz olduğumuzu ve  temiz kaldığımız sürece hayatın ne kadar güzel olduğunu anlayacağız inşaallah.

 -Sevilay Meraler-