29 Kasım 2011 Salı

PLÂSEBO




Plâseboyu söz­lükler "hastayı tatmin etmek için verilen te'sirsiz madde" veya "Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde" olarak tarif ederler.
Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken pâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına te'sir ettiği id­dia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalaj ve görü­nüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te'sirli olup olmadığı ispat edilir.
Başağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrı­lar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6'sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7'sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.
Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkan­lık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler. Bunun ye­rine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te'sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...
Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, baş ağrısı, sancı gibi bir krizle ve "falanca" iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzel­diğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğ­nenin o olduğu söylenerek, "serum fizyolojik" adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çe­ker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.
Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı "bu beni iyi etti" diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı madde­yi taşıdıklarını görürüz.
Plâsebonun te'siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.
Plâsebonun te'sir edişinde, doktora güvenmenin veya hasta­ya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşirenin kendisi plâsebonun te'sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da ol­dukça düşmüş demektir.
Plâsebo haplarının dış görünüşleri de, hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te'sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üs­tün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık tarifelerin meselâ günde 10 damla yerine 9 damla te'sirleri daha çok olmaktadır.
Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir. Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te'sirlere sebep olurlar. Plâseboya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmakta­dır.
Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranın­da ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabul edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te'sirleri de bize şaşırtmamaktadır.
Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah'tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapıl­sa fayda etmemektedir.
Bir hasta müzminlşen hastalığı için ünlü bir doktora gitmişti. Doktor, hastasını muayene etti ve reçeteyi yazarak:
Bu ilâcı kaynatıp suyunu günde üç kere içecek­sin, bir şeyin kalmayacak, dedi. Bir süre sonra iyileşen köylü, doktora teşekküre gelerek,                                                      
Doktor bey, dedi Tavsiyelerinize aynen uydum ve verdiğiniz kâğıdı kaynatıp günde üç kere suyunu içtim. Tamamen düzeldim, sağolun.
Doç. Dr. Sefa SAYGILI http://www.darulkitap.com

21 Kasım 2011 Pazartesi

ÖJENİ




Öjeni, 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda taraftar toplayan ve doğuştan sakat, zeka özürlü ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla daha sağlıklı ve daha iyi bir toplum yaratmayı hedefleyen bir görüştür. Nitekim öjenist uygulamaları savunan bilimsel yayınlarda "Öjenik, insanın kendi evrimini kendisinin yönlendirmesi ve mükemmel bir insan topluluğu yaratmanın yoludur" denilmektedir. Aslında öjeni fikri Platon'un Devlet adlı ünlü eseri kadar eskidir. Ancak modern öjenik düşüncenin ortaya çıkışı 19. yüzyılda bilimsel ilerlemelerle olmuştur.


Öjeni terimini keşfeden, ilk genetik bilimcilerden sayılan bilim adamlarından biri olan Francis Galton'dur. Fikirlerini kuzeni Charles Darwin'in doktrinine ve genetik biliminin kurucusu olan Mendel'in verilerine dayandırıyordu.



Galton'a göre sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi için, zekası ve entelektüel seviyesi düşük kişilerin çoğalmalarının durdurulması, diğerlerinin ise çoğalmalarının teşvik edilmesi gerekmekteydi.
Bazı bilim adamları öjeni fikrinin gelişmesinden itibaren, "topluma zararlı bireylerin öldürülmesi" gerektiğini açıkça savunmaya başlamışlardı.

Öjenist fikirler hızla yayılıp taraftar kazanmaya ve öjenizmi savunan partiler ortaya çıkmaya başladı. Almanya'dan İngiltere'ye İsveç'e hatta ABD'ye kadar yayılan öjenist politikaları destekleyenler arasında milliyetçiler, liberaller ve hatta komünistler bile vardı.
Öjenizmin en büyük muhalifi ise bağnaz hristiyanlar ve Katolik kilisesiydi. Ancak herşeye rağmen öjenist uygulamalar, İsveç ve Finlandiya'da 1970'lerin ortalarına kadar devam etti.

Daha iyi bir toplum yaratmaya yönelik bu politikalar ABD, İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde de yaygın olarak uygunlamakla beraber Almanya'daki uygulamalar daha ön plana çıkmıştır.

20. yüzyılın önemli devlet adamlarından Adolf Hitler de "Devletin görevi sağlıklı nesiller yetiştirmektir. Görülür şekilde hasta olanların ve salgın hastalık taşıyanların çoğalmasının uygun olmadığı ilan edilmelidir" diyordu.

Adolf Hitler iktidara geldikten sonra Alman toplumunun sağlıklı bir şekilde devamlılığını sağlamak amacıyla bir öjeni politikası başlattı. Hitler'in politikasının gereği olarak Alman toplumu içindeki sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, Nazi Irk politikaları çerçevesinde özel sterilizasyon merkezlerinde toplanarak kısırlaştırılmaya başlandı. Akıl hastaları ise uyutularak tasfiye ediliyordu.

Öjeni sertifikası

Hitler bu yeni politikasını şu cümleler ile özetliyordu: "Devlet için zihin ve beden eğitiminin önemli bir yeri vardır, ancak insan seçimi de en az bunun kadar önemlidir. Devletin, genetik olarak hastalıklı veya alenen hasta olan bireylerin üreme için uygun olmadıklarını deklare etme sorumluluğu vardır... Ve bu sorumluluğu hiçbir anlayış göstermeden ve başkalarının da anlamalarını beklemeden acımasızca uygulamalıdır... 600 yıllık bir zaman dilimi boyunca vücudu sakat olan veya fiziksel olarak hasta olan kimselerin üremesini durdurmak... insan sağlığında bugün elde edilemeyen bir gelişim sağlayacaktır. Eğer ırkın en sağlıklı olan üyeleri planlı bir şekilde ürerlerse sonuçta bugün hala taşıdığımız hem ruhsal hem de bedensel açıdan bozuk tohumların olmadığı... bir ırk oluşacaktır."

1933 yılında çıkartılan bir yasa ile 350 bin akıl hastası, 30 bin çingene ve yüzlerce zenci çocuk, hadım etme, x ışınları ve enjeksiyon gibi yöntemlerle kısırlaştırıldılar.
Bir Nazi subayı, "Nasyonal sosyalizm uygulamalı biyolojiden başka bir şey değildir." diyordu.
Hitler Alman toplumunun sağlıklı insanlardan oluşan bir toplum haline gelmesini amaçlayan bu politikalarının yanı sıra bir yandan da öjeninin bir diğer şartını yerine getiriyordu. Alman ırkının en saf bireylerinden seçilen erkek ve kadınlar, çocuk yapmaya teşvik ediliyorlardı.

Öjenik bilimi bugünde önemli sayıda taraftara sahiptir. Ancak fanatik hristiyanlar öjenist fikirleri savunanlara baskı uygulamakta ve bu bilimadamları çalışmalarını çok zor koşullarda yürütmektedir.
Sesini duyurabilen ve fikirlerini açıkça ifade edebilen ender bilimadamlarından biri olan ve DNA babası olarak anılan, İnsan Genomu Projesini yürüten, Nobel ödüllü bilimadamı Prof. Dr. James Watson, aptallığı bir hastalık olarak tanımlamakta ve “aptallık” geni olmayan “daha üstün” insanlar yaratma özgürlüğünün olmasını istemektedir.http://ojenik.blogspot.com/

20 Kasım 2011 Pazar

SENE İKİBİNDOKUZ, MEVSİM SONBAHAR...




Sene ikibindokuz, mevsim sonbahar…

Yine çocuklar yetim, yine annelerin gözü yaşlı, yine her yanda zulüm, yine her yanda kan var.

Yine vakti yok kimsenin, işi gücü bir yana bırakıp bir dostu, bir arkadaşı aramaya…

Bir hastayı sormaya…

Bir yarayı sarmaya…

Yine takati yok zenginlerin, ceplerinden yoksullar için üç beş kuruş çıkarmaya…

Bir kez olsun kirlerinden arınmış, temizlenmiş olarak bir sabah namazına durmaya…

Bir kez olsun yürekten ağlamaya…

Ve yürekten bir duaya...


Allah’ım yardım et, yersiz, yurtsuz kalanlara…

Allah’ım yardım et, kalbi seninle dolanlara…

Zalimlerin arasına korkusuzca dalanlara…

Yollarda, gurbette olanlara…

Sevdiklerini hasretle ananlara…

Özgürlük ateşiyle yananlara…

Yalnız, yoksul,  garip, mazlum bütün canlara…

Allah’ım yardım et ve bizi vesile et bu yardımlarına…

Adımlarımızı eş eyle rüzgârla yarışanların adımlarına…

İmanımızı arttır, öyle arttır ki öyle hissedelim ki seni, öyle yaşayalım ki…

 Biz yaşadıkça, zalimler kahrından etsin intihar…

“Ve andolsun zamana…”

Sene ikibindokuz, mevsim sonbahar…

Allah Kerim, Allah büyük, Allah yar…

-Sıtkı Caney-




AMİN ALAYI/ BED-İ BESMELE


Amin alayına hazırlanan çocuklar
Osmanlı’da çocuklar dört-beş yaşına geldiklerinde ilk mektebe, bugünkü karşılığı ile ilkokula başlarken düzenlenen merasime ‘bed’-i besmele veya âmin alayı’ adı verilmiştir.1 Âmin alayı, bazı kaynaklarda ‘dua alayı’ şeklinde de zikredilir.
Ali Birinci ve İsmail Kara, bunların tamamına çocuğun ‘mahalle mektebine başlama merasimi’ adını vermişlerdir. Onlara göre âmin alayı tâbiri bu merasimin tamamını değil, ancak sokakta geçen kısmını ifâde etmektedir.2 Bu merasimin ilk defa ne zaman ve nasıl başladığı, kesin bilinmemektedir. “Âmin alayı” genellikle kandillerde veya pazartesi, perşembe günleri düzenlenmiştir.3
Osmanlı’da hemen her cami ve mescidin yanına veya yakınına devlet tarafından yüksek kubbeli tavanları olan mektepler inşâ edildiği gibi, iyi yâd edilme ve sevâp kazanmaya vesile olması maksadıyla hayır severler tarafından da mektepler yaptırılmış ve bunların hizmetlerinin devamı için de gelir kaynakları vakfedilmiştir. Ekseriyetle taştan yapıldıkları için ‘taş mektep’ ismiyle de zikredilen bu mekteplerin daha ziyade ‘mahalle mektebi’ şeklinde adlandırıldıkları görülmektedir. Resmî vesikalarda ‘sıbyan mektepleri’ olarak geçen bu mektepler, seyrek de olsa ‘mahallât mektebi’ şeklinde de ifade edilmiştir. Bu mekteplerin esas gayesi; İslâm’ın âdab ve erkânını, Kur’ân okumayı, yazı yazmayı, namaz kılmayı ve ilmihâl bilgilerini öğretmekti. Buralarda isteyene tecvid de öğretilirdi. Mektebe başlayan çocuklara sırasıyla halk arasında ‘supara’ da denen Elifba cüzü, Amme cüzü, Tebareke ve diğer bazı cüzler ile mevlid okutulurdu. Çocuğun Kur’ân okumaya başlaması ayrı bir sevinç vesilesi olur; bu durum, “Mushaf’a çıkmak” şeklinde isimlendirilirdi.4

Merasim için hazırlıkların başlaması

Çocukların dördüncü yaşının dördüncü ayının dördüncü gününde mektebe başlamalarına özen gösterilirdi. Buna bazı insanların riayet etmediği de olurdu; çocuklar beş-yedi yaşları arasında da mektebe başlayabiliyordu. Mahalle mektebine başlama merasimi, ailelerin varlıklarıyla mütenasip şekilde yapılırdı. Fakir aile çocukları; baba, ana yahut bir yakını tarafından mektebe götürülür, “Eti senin kemiği benim.” denilerek çocuklara, hocanın eli öptürülür ve eğitilmesi için oraya teslim edilirdi. Orta hâlli ailelerde çocuk giydirilip kuşatılır; erkek ise fesine, kız ise saçlarına süsler takılır, yakın akraba ile mektebe gidilir, derse başlatılarak hocaya dua ettirilirdi. Bundan sonra çocuklara birer ikişer kuruş dağıtılır, hoca ile kalfaya da mendil ucuna bağlanmış birkaç mecidiye hediye edilirdi. Anadolu’da ise çocuklara para verilmez, simit ve şeker dağıtılırdı.

Sözkonusu merasimler, hâli vakti yerinde aileler ve şehzâdeler için, bir düğün kadar ciddiye alınır; halk arasında değil, İstanbul’daki çok özel mekânlarda yapılır ve merasime padişah ile devlet ricali de katılırdı.5 Şeyhülislâm, şehzâdeye alfabenin harflerini baştan sona kadar okutur ve dua ederdi. Şehzadenin eğitimi, tayin olunan hocasına bırakıldıktan sonra da merasim sona ererdi.6
Bir çocuğun mektebe başlaması, aile hattâ mahalle için mühim bir hâdise kabul edilirdi. Evde hazırlıklar yapılır, çocuğa yeni elbiseler alınırdı. Yumuşak ve güzel bir minder doldurulur; imkânı olan aileler, mor kadife üzerine sarı sırma kılâptan işlemeli, kâr-ı kadîm bir cüz kesesini, çocuğun sağ omzundan sola doğru çapraz asmak için hazırlardı. Çocuk için bir Elifba cüzü temin edilirdi. Bunların sarı soluk kâğıtlara basılmış olanları bulunduğu gibi, çocuğu okumaya özendirmek için altın yaldızlı basılanları da olurdu. Bazı ailelerde Elifba cüzlerinin müzehheb el yazmalarına da rastlanırdı ki, bunlar iyi muhafaza edilir ve nesilden nesile devredilirlerdi. Mektep için hazırlanan çocuğa nazarlık takılırdı. Çocuk ayrıca nazara karşı tütsülenirdi. Tütsü, mangala atılan bazı maddelerin dumanına çocuğun sokulması suretiyle yapılırdı.
Merasimden önce hocaya haber verilir ve uygun bir gün tespit edilirdi. Bu günün kandil günlerine ve daha ziyade pazartesi veya perşembeye rastlamasına itina edilirdi. Mektebin ilâhi takımı haberdar edilir veya başka mekteplerin daha güzel sesli ilâhi takımları tutulurdu. Çocuk yeni kıyafetiyle, zihin açıklığını ve hayatının yeni safhasında muvaffak olmasını sağlamak hususunda himmetlerini istemek için ailesi tarafından İstanbul’da ekseriya Eyüp Sultan’a götürülürdü. Merasim günü çocuklar, temiz kıyafetleriyle mektebe toplanırlar; önlerinde hocaları, kalfa ve bevvabları olduğu hâlde, ilâhi takımını takip eder ve işaret edilen yerlerde ‘âmin’ diye bağırarak çocuğun evine gelirlerdi.7 Okula önceden başlamış ve ilâhiler öğrenmiş, sesleri güzel çocuklar en öne alınırdı. Onlar yüksek sesle ve koro hâlinde ilahiler okuyarak, arkadakiler de beyit aralarında yüksek sesle ‘âmin’ diye bağırarak neşe içinde yola koyulurlardı.8

Âmin alayında okunan ilâhiler

Bu safhadan sonra merasim iki şekilde devam etmekteydi. Evinin durumu ve hâli-vakti müsait olanlar merasimin geri kalan kısmını evinde yaptırırdı. Eve gelen mektep çocukları, yeni başlayacak çocuğu yanlarına alarak ilâhiler ve büyük bir kalabalık eşliğinde yola düzülürdü. En önde hoca ile başının üzerinde rahle taşıyan bevvab yürürdü. Rahlenin üzerinde çocuğun minderi ile cüz kesesi bulunurdu. Mektebe başlayan çocuk faytona veya iki yanında birer kişinin yürüdüğü midilliye bindirilirdi. Çocuğun peşi sıra ilâhi takımı ve diğer çocuklar yürürdü. Kadınlar ise en geride yürürlerdi. Âmin alayında okunan ilâhilerden bazıları şöyledir:9


“Yâ İlâhî başlayalım ism-i Bismillâh ile

Bu duâya el açalum ism-i Bismillâh ile

Sen kabûl eyle duâmız Besmele hürmetine

İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu’în
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Kapuna geldik niyâza yâ İlâhe’l-âlemîn
Eyleyip mansûr muzaffer kullarına yâ Mu’în”
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin
Tenlerde ve cânlarda nihân hep Sen imişsin

Âmîn, âmîn
Sen’den bu cihân içre nişân isteridim ben
Âhir bunu bildim ki cihân hep Sen imişsin
Âmîn âmîn”
“Şol Cennet’in ırmakları,
Akar Allah deyu deyu,
Çıkmış İslâm bülbülleri,
Öter Allah deyu deyu.
Âmin, âmin!”

İlk ders ve “Rabbi Yessir…” duası
Âdet olduğu üzere ilâhilerle şehirde dolaşan alay tekrar eve gelirdi. Burada da ilâhi okunup, mektep gülbankı çekildikten sonra alay sona ererdi. Daha sonra alaya iştirak edenler, minder ve seccadelerle döşenmiş, öd ağacıyla tütsülenmiş odada hocanın çocuğa ilk dersi vermesini beklerdi. Misafirler arasında ulemâdan biri olduğunda, hoca yerini ona bırakırdı. Minderine oturup rahlesinin üzerine Elifba cüzünün ilk sayfasını açan çocuk, eline odun, kemik, pirinç, gümüş veya altından yapılmış ‘hilâl’ adlı çubuğu alarak, hocanın vereceği işareti ve söyleyeceği sözleri beklerdi. İlk derste çocuğa Elifba cüzünün en başındaki dua kısmı ile birkaç harf (genellikle sadece elif harfi) okutulurdu.

- Elif, be, te, se…

- Elif, be, te, se…

Hoca bazen sadece “elif” harfini okuyup, çocuğa da tekrar ettirdikten sonra; “Aferin, bugünkü dersimiz bu kadar!” derdi. Daha sonra, “Yarabbi ilmimi, aklımı ve anlayışımı artır.” mânâsına gelen “Rabbi zidnî aklen ve ilmen ve fehmen” veya “Rabbi Yessir…” duası çocuğa tekrar ettirilirdi.10
İlk dersini alan çocuk daha sonra hocasının ve davetlilerin ellerini öperdi. Talebelerden birisinin oku­duğu ‘aşr-ı şerif’ten sonra, hocanın yaptığı dua ile tören sona ererdi.11 Bundan sonra yemek ve lokma yenilirdi. En sonunda törene katılan çocuklara birer, ilâhi söyleyenlere ikişer, ilâhi grubunun başındaki kişiye üç kuruş, hoca, kalfa ve bevvaba münasip miktarlarda para ile mintanlık ve cübbelik kumaş verilirdi.
Evi müsait olmayanların merasimleri ise, mektepte yapılırdı. Mahalleyi dolaşan alay mektep gelir, ilâhiler okunup gülbank çekildikten sonra içeri girilirdi. Lokma yenildikten sonra da hediyeler dağıtılırdı.12


Amin alayına hazırlanan çocuklar


Evde Mevlid okutulması
Bazı aileler, çocuklarının okula başladığı ilk günün akşamı, evde Mevlid okuturdu. Meselâ; Zekâî Dede’nin torunu Mehmed Münir’in okula başlaması münasebetiyle, zamanın meşhur mutasavvıf ve mûsikîşinaslarının katıldığı muhteşem bir âmin alayı düzenlenmiş, bu törende Zekâî Dede’nin yeni bestelemiş olduğu, sözleri Yunus Emre’ye ait, “Allah emrin tutalım rahmetine batalım” Uşşâk-düyek ilâhîsi ile, “Yâ İlâhî Sana geldik bizi mahzûn eyleme” Hisâr-bûselik ilâhîsi okunmuştur. O gece Zekâî Dede’nin evinde “Tevşîhli Mevlid-i Şerîf” merâsimi de tertiplenmiş, kendisinin bestelemiş olduğu Tevşîh ve ilâhîler okunmuştur.13 Çocuklar, mektebe başlama merasimlerinde belki de ilk defa duydukları dinî musikinin bir müddet sonra eğitimini alırlardı.

İstanbul’daki sıbyân mekteplerinde muallimlik görevlerini, çoğunlukla mahalle imamları ve müezzinleri yapardı. Okuma-yazma ve dinî ilimler ağırlıklı eğitim verilen bu okullarda, erkek ve kız çocukları beraber okudukları gibi, yalnız kız veya yalnız erkek çocuklarının gittiği mektepler de vardı. Bu mektep hocalarının birçoğu ilm-i mûsikîye vâkıftı; onlar bildikleri Mevlid, ilâhî, na’t ve kasîdeleri talebelerine öğretirlerdi. Yalnız kızların gittiği kadın mektepleri ise, çoğunlukla yetişkin ve evli kadınlar için cuma günleri açılır, dileyen hanımlara Kur’ân-ı Kerîm, Mevlid, ilâhî, na’t ve kasîde öğretilirdi. Bazen de önceden kararlaştırılan bir cuma gününde mektebe gelinir, güzel sesli hanımların okuduğu Mevlid-i Şerîf ve na’tlar dinlenirdi. Mevlid töreninin sonunda şeker ve şerbet dağıtılır, okuyucu ve hocalara hediyeler verilirdi.14
Kültürümüzün zenginliklerinden biri olan ‘bed’-i besmele’ veya ‘âmin alayı’ merasimi, günümüzdeki okuma bayramlarına benzer bir fonksiyona sahiptir. Bu merasimlerin, mektebe yeni başlayan çocukların okul korkusunu giderme, çocuklara okuma isteğini aşılama ve çocukları arkadaşlarıyla kaynaştırma gibi önemli pedagojik faydaları vardır.15 Diğer taraftan bu merasimlerin çocuklarda okuma, anne ve babalarda ise, okutma arzusunu tetiklediği söylenebilir. Bu törenler sayesinde çocuk, aile içinde olduğu gibi, cemiyette de yeni bir statü kazanırdı. Bu merasimlere verilen büyük ehemmiyet, İslâmî terbiye anlayışında mektebe ve öğretmenlere verilen değeri açıkça ortaya koymaktadır.16 
-http://www.alemiislam.com/?p=7083- http://www.defterk.com/yazar.asp?yaziID=1204 www.diyanet.gov.tr
Dipnotlar

1. Neslihan Koç Keskin, “I. Abdülhamid’in Şehzadelerinin Bed’-i Besmele Törenini Anlatan Enderûnlu Fâzıl’ın Sûrnâme-i Şehriyâr’ı Üzerine” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.27, s.149.

2. İsmail Kara-Ali Birinci, “Mahalle Mektebine Başlama Merasimleri ve Mektep İlâhileri”, Eğitime Bakış, Yıl: 4, S.12, s.15.

3. Mustafa Öcal, “Âmin Alayı” , İA, TDV, c.3, s.63.
4. İ. Kara-A. Birinci, agm., s.15.
5. İ. Kara-A. Birinci, agm., s.16-17.
6. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara, 1988, s. 110.
7. İ.Kara-A.Birinci, agm., s.16-17
8. Mustafa Öcal, Diyanet Avrupa Dergisi, S.135, Temmuz 2010, s.29
9. İ.Kara-A. Birinci, agm., s.18-19.
10. İ. Kara- A. Birinci, agm, s.17.
11. Mustafa Öcal, agm., s.31.
12. İ.Kara-A. Birinci, agm., s.17.
13. Yavuz Demirtaş, XX. Yüzyıl Osmanlı Sosyal Hayatında Dini Musiki, İlahiyat Fakültesi Dergisi, 13/2, 2008, s.363.
14. Yavuz Demirtaş, agm., s.364.
15. Neslihan Koç Keskin,,agm., s.2.
16. İ. Kara- A. Birinci, agm, s.20-21.


16 Kasım 2011 Çarşamba

VEBA ve KEDİLER






1300'lerde Avrupa... 

'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'de ortaya çıktı. Kurbanların şikayetleri ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklar oluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu. 


Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü. 

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu. Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı

Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu "cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı. Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı. 
14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.www.akademiktarih.com

15 Kasım 2011 Salı

RÜVEYDA




fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına
bir güvercin uçurup kıtalar arasından
ça
ğırdın beni
geçerek birer birer sürgün kanyonlarını
derbeder ko
şup geldim ışıldayan tahtına
yarım koyup bir bardak kur
şun rengi çayımı
yıkarak yalnızlı
ğa kurduğum sarayımı
yetim çı
ğlıklarımı duyurmak üzre sana
ko
şup geldim; iliştir beni memnu bahtına

adını söylemek istemiyorum
her hecesi amansız bir kor dudaklarımda
her harfine yıllardır
şimşeklerle yarıştım
zindanlara karı
ştım, ölümlerle tanıştım
adını söylemek istemiyorum
rüveyda dedi
ğim zaman
anla ki, senin için yürüyor kelimeler
çı
ğğımın atardamarlarından

hangi yıldızdır bilmem, gözlerin
kayar da üzerime rüveyda
önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime
sonra açılır önümde ıstırab vadileri
silik renkleriyle adımlarıma
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir
hayalin bitti
ği menfeze doğru
alaca bir at ko
şar içimde
zamansız, mekansız nefese do
ğru

uslanmaz bir yürek ta
şıdığıma dair
yaygın bir kanaat dola
şır aynalarda
oysa rüveyda
ba
ştanbaşa ben
kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim.

kitaplara sürdü
ğüm kapkara lekelerden
bir anlatsam nasıl utandı
ğımı
bir do
ğrulsam eğildiğim yerlerden
a
ğarır tanyeri nilüferlerin
alaca bir at ko
şar içimde
ezer toynakları ile anılarımı

sular köpürmemeliydi rüveyda
kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin
ben zehire alı
şkınım, şerbete değil
rüyalar hefret eder avare duru
şumdan
kabuslar çeker ancak derdimi yeryüzünde
sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber
ben her gece bir Mehdi türküsüyle çileke
ş
yargılamak için zeval kayıtlarını
inkılab bekliyorum

hangi umut çiçe
ğidir bilmem, ellerin
uzanır da gönlüme rüveyda
derinden bir ok saplanır ba
ğrıma
beynimi ça
ğıran bir sese doğru
alaca bir at ko
şar içimde
zamansız, mekansız nefese do
ğru

varlı
ğın cinayettir memleketimde işlenen
akıtır kanını en asil pehlivanların
yoklu
ğun sükunettir kuşatır evrenimi
varlı
ğın ve yokluğun ölümüdür baharın

artık eskisi gibi bakamıyorsun
göklerinde bir belkıs otururdu rüveyda
binlerce gökku
şağı olurdu kirpiklerin
güne
ş bir anne gibi dururdu başucunda
artık dokunamıyor kakülün bulutlara
karalara bürünmü
ş saçlarında dolunay
ben bu kadar zulme layık mıyım rüveyda

hangi ressamı vurur bilmem, endamın
sarar da benli
ğimi
ben beni tanımam kaldırımlarda
kafesleri yutan kafese do
ğru
alaca bir at ko
şar içimde
zamansız, mekansız nefese do
ğru

kırmızı bir kurdela ba
ğlayarak alnına
duydun mu orkideye dua eden birini
bu ısmarlama yüzler yok mu rüveyda
bu yapmacık bebekler
gözya
şı akıtırken gülenler yok mu
beni kahrediyor geceler boyu

hangi ça
ğın gelişidir bilmem, gülüşün
soluk bir dünyanın mezarlarına
gömerek gurbetimi
kapadı karanlı
ğa Yesrip, kapılarını
meydan okuyu
şun çağın ordularına
bilmem hangi mevsimin ba
şlangıcıdır
doruklardan öte hevese do
ğru
alaca bir at ko
şar içimde
zamansız, mekansız nefese do
ğru

yasını tutuyorum kararttı
ğım düşlerin
yıpranmı
ş divaneler gibiyim sokaklarda
amansız bir ütopya üfleyen pencereler
lif lif yoluyor dram seyyahı bedenimi
önümde, haksızlı
ğın hesaba çekildiği
hiç kimsenin kimseyi tanımadı
ğı mahşer
arkamda, kare kare ömrümü belirleyen
hatırladıkça yanıp tutu
ştuğum resimler

söyle, nasıl a
şarım pişmanlık dağlarını
yeniden bir nil olup ta
şar mıyım çöllere
kim giydirir ba
şıma tacını nihayetin
kim takar bile
ğime hürriyet künyesini
karada balık gibi nasıl ya
şarım, söyle

rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadı
ama dur, bo
şaltayım bütün çığlıklarımı
asırlardır köhne barınaklarda
küflenen, çürüyen çı
ğlıklarımı

at vuruldu; içim paramparça rüveyda
gölgelerin ardına sakladım kusurumu
sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin
ben burda damla damla eriyip akıyorum
yine de, çi
ğnetemem kimseye gururumu
istenmedi
ğim yeri sessizce terkederim
hatıra kalsın diye bırakır da ruhumu
mahzun bir dervi
ş gibi boyun büker, giderim

Nurullah Genç


14 Kasım 2011 Pazartesi

YAKIN GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MODERN KADIN ANLAYIŞI



 Kadının toplumsal statüsü, 19. yüzyıldaki sanayi dev­rimiyle değişmeye başlamıştır. Bu zamana kadar sokak ve meydanlara davet edilmeyen kadınlar, sanayi devriminin yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde evlerinden çıkmaya ve seslerini duyurmaya başlamışlardır.
Acaba bunun nedeni neydi?
Kadınlar yeni yeni mi uyanmaya başlamıştı?
Yoksa bu uyanış kadınlardan değil de, kadınların dı­şındaki bazı çevrelerden mi kaynaklanıyordu?
Meseleyi kendi dönemine ve dönemin gelişen şartla­rına göre değerlendirdiğimiz zaman bu uyanışın kadınlar­dan değil, kadınlan kullanmak isteyen dış çevrelerden kay­naklandığını görmemiz zor değildir. Kadınları, kadın haklan adına sokaklara ve fabrikalara davet eden bu çev­reler, hiç şüphesiz ki bu daveti kadınlara bir değer verdik­leri veya kadınları kadın olarak önemsedikleri için yapma­mışlardır. Bu çevreler için önemli olan sanayi ve teknoloji putunun yücelmesi, üretimin artması ve kapitalist kasaların dolmasıdır.
Sanayi devrimiyle birlikte ferdi üretimden, toplu üre­timlere hızlı bir geçiş başlamıştır. Toplu üretimlerin bellibaşlı sahipleri olan kapitalistler, makina ve fabrikalarla birtikte, bu fabrikalarda çalışacak çok sayıda işçilere de gerek duymuşlardır. Fabrikalarda çalışacak işçilerin, çok üstün vasıf veya becerilere sahip olmasına da gerek yoktu. Çün­kü üretimin maharet ve yetenek isteyen yönünü, zaten makinalar yapmaya başlamıştı. İşçilerin fonksiyonu ise bu makinalara yardımcı olmak, makinaların çalışmasını sağla­maktı. Dolayısıyla işçinin vasıflı veya yetenekli olmasından ziyade, ucuz olması önemliydi, Bu konuda sadece erkek işçilere yönelinse, yapılacak iş ne kadar basit olursa olsun, aile sahibi olan erkeğe yine de asgari bir ücret verilecekti. Şeytani zihniyete paralel olan kapitalist zihniyet için, bu durum tabi ki cazip değildi. Çünkü böyle bir durum, kapi­talistlerin fabrikasında çalışacak olan bir erkeğe, bu erke­ğin bakmakla yükümlü olduğu 3-4 kişinin nafakasını ver­mek demekti'..
Oysa böyle olmamalıydı, bir kişinin emeğine karşılık, 3-4 kişinin nafakası verilmemeliydi!. Kapitalist sermaye, bir kişiye nafaka veriyorsa, bu kişinin emeğini mutla­ka ve mutlaka almalıydı. Daha açık bir ifadeyle yetişkin olan herkes, kendi nafakasına karşılık kendi emeğini, ken­di işgücünü sunmalıydı! Evlerde oturan, ev ve aile işleriyle uğraşan, nafaka için kocasının (ka­pitaliste göre kendisinin) eline bakan kadınlar, kapitalistler için bir hazıryiyici idi. Kapitalistlerin üretimine hiçbir katkı­ları bulunmamasına rağmen, kapitalistlerin verdiği nafaka­yı yiyorlardı!.
Evlerin kapıları çalınmalı ve evlerde oturan bu hazır yiyiciler fabrikalara, üretim dünyasına davet edilmeliydi, Ve kapılar çalındı.. Ve kadınlar önce pencerelerden bakmaya, kapılanı çalan bu adamı tanımaya çalıştılar. Bu adam,
kocalarının patronuydu, zengin ve saygıdeğer bir in­sandı!.
Hemen kapılara yöneldiler, bu saygıdeğer işverenin neden geldiğini sormak ve bu kutlu nedeni öğrenmek istediler!. Fakat kapıları açtıklan zaman, kapıda saygıdeğer patronu değil, bu patronun uşakları olan yazarları, düşü­nürleri, sanat adamlarını gördüler. Hepsi birden ağzını aç­mış ve hepsi birden konuşmaya başlamışlardı.
“Sayın   hanımefendi!. Yıllarca ezilmekten, evlere hapsolunmaktan daha bıkmadınız mı?”
“Erkeklerin bu sömürüsüne daha ne kadar katlana­caksınız?”
“Bunca ağır ev işlerini yapmanıza rağmen sizlere de­ğer veriliyor mu?”
“Sizin erkeklerden neyiniz eksik, niye ikinci üçüncü sınıf insan muamelesine razı oluyorsunuz?”
“Erkeklerle eşit olduğunuzu ispatlamanır ve hakları­nızı almanın zamanı gelmedi mi?”
“Uyanın.. Uyanın ey kadınlar!.”
Şaşırmışlardı!.
Ne diyordu, ne demek istiyordu bunlar?
Gerçi söyledikleri de doğru şeylerdi!. Erkeklerin otori­tesi altında yaşadıkları bir gerçekti. Evin bütün işlerini yapmalanna, çocuklarına bakmalanna rağmen kocalanna bir türlü yaranamıyorlar, onların birçok hakaretleriyle karşılaşı­yorlardı.
Kocalarından yedikleri dayaklarla kafası patlamış, gözleri morarmış olanlar, korku ve umudla sordular.
İyi ama nasıl, nasıl olacak bu?
Bekledikleri ve istedikleri soruyla karşılaşan kapıdaki­ler, hepbir ağızdan tekrar konuşmaya başladılar.
Kocalarınızın despot hakimiyeti, kocalarınızın eko­nomik gücünden kaynaklanıyor, Kocalarınıza ekonomik bağımlılık ile özgür olamazsınız.
Bir an önce çalışma hayatına atılmanız ve ekono­mik özgürlüğünüzü kazanmanız gerekir.
Erkeklerin yaptığı birçok işi, sizler de yapabilirsiniz..
Kadınlar yine birbirlerine bakmaya başladılar. Arala­rından bazıları “Bizler kadınız, utanırız, korumamız gere­ken bir iffetimiz, bir namusumuz var!” diyecek oldular. Ka­pıdakiler ise soruyu duymadan cevabı hazırlamışlardı.
Namus ve utanmak da ne demek? Namuslu ve uta­nan bir köle kalacağınıza, ıhım, şey bir özgür olun. Ve kadınlar bu propaganda şaşkınlığı ile sokaklara çıkmaya, kapitalist düzende yerlerini almaya başladılar. Müslü­manlar bütün meşru işlerine “Allah'ın adıyla” başlamalana karşın, bu zavallı kadınlar meşru veya gayrimeşru bü­tün işlerine “Kadın haklan ve eşitlik adıyla” başlar oldular!. Kadınların fabrikalarda ve değişik üretim sahalarında yer almalan, kapitalistler için iki önemli menfaat sağlamıştı. Bunlardan birisi iş gücünün fazlalaşması, diğeri ise erkeğe rakip olarak çıkan ve daha ucuza çalışmaya talip olan kadının, erkeğin işgücü değerini düşünmesiydi.
Kadını böylesi bir kalkış noktası ile kullanan kapitalist mantığın, kadın hakları konusunda ne derece dürüst ve samimi olduğu ise, kadınları getirdiği noktadan bellidir!. Meşhur bir mankene, büyük bir işveren durumuna gelen kadına, üç-beş kadın sanatçıya bakarak, sakın ola ki “İşte öz­gür kadın bu” demeyin!. Çünkü bütün bunlar, çağdaş özgür kadının kitlesel değil, istisnai bir durumudur. Yüzbinlerde bir kadın bu konuma ulaşırken, kitleleri oluşturan ka­dınlar ise bambaşka bir konumdadır.
Özgür denilen kadın kitlesi, kadınlıkla ve hanımefendilikle ilgisi olmayan ilimleri öğrenmek için yıllarca okula giden ve bir masada iki bük­lüm, evlerine gelince dört iki büklüm çalışan kadınlardan olu­şuyordu!.  
Özgür denilen kadın kitlesi, kendi evinin hizmetçimi olmaya isyan edip, yüzlerce eve hizmetçiliğe giden kadınlardan oluşuyordu!. özgür denilen kadın kitlesi, kendi çocuğunu komşuya bırakıp, başkalannın çocuk­larına bakıcılığa giden kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın kitlesi, evindeki bir erkeğe üstünlük sağlamak için, yazıhane­lerde, dükkanlarda, işyerlerinde, pavyonlarda binlerce er­kek tarafından aşağılanan, kullanılan kadınlardan oluşuyor­du!.
Özgür denilen kadın kitlesi, manken veya artist olabilmek için evinden kaçan ve kaderin değil, kapitalist düzenin binbir cilvesi ile pezevenklerin sermayesi olan kadınlardan oluşuyordu!.
Kitleleri oluşturan kadınlar, böyle bir özgürlüğe ula­şan kadınlardı!. Artık erkeğin karşısında boyunlarını bükmeden oturabilecekler, zorba erkeklere karşı özgür ve eşit olduklarını söyleyebileceklerdi!.
Nitekim, sabahın alacakaranlığında elinde sefertasi ile otobüs bekleyen, otobüsteki sarsıntı ve sarkıntı ile fabrikaya giden, bütün bir gün makina ve, erkek homurtuları altında çalışan, yorgunluktan şaşkına dönen vücudunu itlip-kakılan kalabalıklar arasından eve taşıyan, bir günde yapması gereken ev işlerini iki-üç saatte bitirme telaşıyla çırpınan, sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadıktan sonra kocası­nın karşısına oturan, bacak bacak üstüne atabilmek için iki eliyle kaldırma­ya çalıştığı bacağını, öteki ayağının üstüne koyan kadın, gözlerini açmaya, dilini konuşmaya zorluyarak kocasına “Ben artık özgür bir kadınım” diyordu!.
Bu zavallı kadın, acaba haklı mıydı?
Özgürlük bu muydu ve o özür müydü?
Sorusuna cevap aramak için bir haline, bir kocasına baktı!. Kocası ise bir eliyle karısının maaşını çerez olarak yerken, diğer elini ona uzatarak beklediği cevabı gayet açık bir lisanla ifade ediyordu.
Bana bak kadın! Haddini bil. Kaç para maaş aldı­ğın belli. Hem çalışan kadın yalnız sen değilsin. Vururum şeyine bir tekme, başka bir çalışan kadın alınm haa!.
Doğruydu kocasının söyledikleri!. Patrona cilve yap­madığı için maaşı gerçekten azdı. Ayrıca çalışan kadın sadece kendisi değildi ki! Eşitlik ve özgürlük adına çalışan ve çalışmaya talip olan yüzbinlerce kadın yok muydu?
Sustu..
Modem ve çağdaş kadının açık bir sembolü olabil­mek için doğrulmaya, yediği kazıklarla dik durmaya çalıştı!.                                          
Mehmed ALAGAŞ /Kadının Onuru