30 Ekim 2011 Pazar

SENİ DE VURURLAR BİR GÜN EY ACI


Seni de vururlar bir gün ey acı
Uçuşup durduğun kanatlarından
Sazın sözün türkülerin tükenir
Ellerin koynunda kalakalırsın

Şakaklarına kar yağıyor bilesin ey acı
Gül açan yüzlerimizde
Göğeriyor rengin senin de


Biz seni
Tâ eskiden tanırız hani

 Göğüslerimize taş olur inerden
Avuçlarımızda hira dağıydın

Al atların tan yerine ayarlanmış yelelerinde
Akdeniz rüzgarlarına karışan sendin

Biliyorum
Hiçbir tarıh yazmayacak ve bir
Sır gibi kalacak yakılan kitaplarda
Göbek bağı anasından henüz çözülmemiş
Bebelerimize mitralyözlerin okyanus ötesinden
Ayarlandığını

Seni de yakarlar bir gün ey acı
Bir taptuk kul gözlerinden vurursa
Parmakların eğri ağaç tutmaz
Çığlıkların çağlar aşar duymazsın

Ve ben biliyorum
Örümceği, mağarayı, güvercini, asâyı

Ve ibrahim’in baltasını
Biliyorum



Nereden başladı bu kesik dans
Ve bu dansa karşı afyonlanmış hecin yüzlü
İnsanlar kim?

Kim kimin yanında
Kim kimin karşısında

Meclis kürsüsünden konuşan bu adam kim
Üsküdür kız lisesinde okuyan genç kız
Çantasında kimin fotoğrafını taşıyor

Kadıköy vapurunda sigara tüttüren delikanlılar
Neden gülüyorlar ki

Seni de vururlar bir gün ey acı
Filistin’de sapan taşlı çocuklar
Dalın, kolun, fidelerin, budanır
Kuru bir kütükle kalakalırsın



Öyle bakmayın balkonlarınızdan
Fırat nehri ayrılık çıbanına tutuldu,
Damarlarımızı yırtıyor
Tuna nehri, onulmaz boşnak sızıları
Pompalıyor yüreğimize

Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken,
Çeçenya’da yiğitler
İnancın emeğin/ve aşk’ın
Kılcal damarlarına ulanıp sustular…

Ve ne bağdat’tan
Ne şam’dan
Ne mekke’den
Ne diyarıbekir’den
Ne istanbul’dan
Ne buhara’dan
Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
duymuyor

Seni de vururlar bir gün ey acı
Halepçe’de soldurulmuş gül gibi
Bu sevdaya düşsen, sen de yanarsın
Suskun, sıcak, uzun yaz geceleri

Ve siz
Ey analar,
Hani siz, gecelerinizi böler, çocuklarınıza ninniler
Söylerdiniz

Hani siz, fatihler doğururdunuz…
Gelin-kızların giysileri kirletildi
Çocuklar hep yetim kaldı

‘Elem yecidke yetimen feava’


Ve ben biliyorum
Ben biliyorum
İstanbul’un
Bağdat’ın
Diyarıbekir’in
Mekke’nin
Buhara’nın
Birbirine nasıl bağlandığını, nasıl çözüldüğünü/sonra
Ey insan
Ey insanlık
Ayağa kalk



Kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
Boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
Gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları içindeki bu
Çocukları

Gelişmiş laboratuarlarınızda dikkatle inceleyin
Ve bir gün
Bu dünya
Gül bahçesine dönecek
Bunu böyle bilin/ ve
Unutmayın…

Ferman Karaçam


26 Ekim 2011 Çarşamba

İNSAN/F ÇIKMAZ SOKAKTA




Son zamanlarda yaşanan olayları akıl ve kalp gözüyle gözlemleyenlerin; kahrolmaması elde değil. Akan kana, verilen canlara, yıkımlara, açlığa, çaresizliğe sevinir olduk. Peki ne oldu da bizler bu kadar sağır, bu kadar kör olduk; ne oldu da kalplerimiz taşa dönüştü? Bizler neden bu kadar acı çekiyor ve çektiriyoruz? Bu kadar sorunun oluşmasına neden olan birçok faktörü anlayabilmek için de acının ne demek olduğunu doğru algılamak gerekiyor.  Acının bir çok perspektifi,  fakat bir duruşu vardır ve siz acıya hangi perspektiften bakarsanız bakın karşınıza 'nefislerin Rab edilişi ve dünyaya olan ahmakça bağlılık' yani 'akılsızlık' çıkacaktır. 
Yaşadığımız acıları  bu noksan yönümüzle analiz ettiğimizde çekilen acıların çok büyük bir bölümün  'akılsızlığımızdan' kaynaklandığını söylemek çok büyük bir yanılgı olmasa gerek. Neden? Çünkü:
Akıllı olsaydık öncelikle kendimizi ve dünyayı sorgulamayı bilirdik ve bu sorgu insan olmak yolunda en büyük adım olurdu.  İlk adımı atamadık.
Akıllı olsaydık  hem bu dünyada dolayısı ile diğer dünyada mutlu olmayı öğrenmek için bizi bizden daha iyi bilen yaratıcımızın kitabını okurduk. Evlerimizin duvarında asılı olan hazineyi yerin dibinde aramazdık. Okumadık. 
Akıllı olsaydık kardeşiliğin ne demek olduğunu bilir; dostumuzu düşmanımızı ayırırdık. Ayıramadık.
Akıllı olsaydık Allah'ın bizlere hem bu dünyada hem de diğer dünyada mutlu edecek formülleri öğrenir uygulardık. Uygulayamadık.
Akıllı olsaydık ölümün ne demek olduğunu bilir; her gün gözlerimizin önünde verilen ruhlara içi boş bir kuyu gibi bakmaz; derinliği görürdük. Göremedik. 
Akıllı olsaydık özgürlüğün, eşitliğin, adaletin ne olduğunu bilir; özgür, adil ve eşit olurduk. Bilemedik.
Akıllı olsaydık bir insanın bir insanı öldürmesinin en büyük ve affedilmez günahlar arasında olduğunu bilir başkasının yaşama hakkını elinden almazdık. Aldık.
Akıllı olsaydık başka insanların acısını, yokluğunu kendi acımız bilirdik. Bilemedik.
Akıllı olsaydık bu dünyanın bir yaratıcısı olduğunu ve burada bulunan her şeyin sahibinin de O olduğunu bilir; canı, toprağı, koltuğu ve sınırları doymak bilmez  nefsimizle sahiplenmez, kavgasını etmezdik. Ettik.
Akıllı olsaydık parayı nasıl kazanacağımızı ve nasıl harcayacağımızı yaratıcımızdan öğrenirdik. Öğrenemedik.
Akıllı olsaydık hırsızlık yapmaz;  hayatları ve binaları inşa  ederken malzemeden çalmazdık. Çaldık.
Akıllı olsaydık alkolü haram bilir; vicdanlarımızı sarhoş etmez; yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmazdık. İçtik.
Akıllı olsaydık nasıl akıllı olmamız gerektiğini araştırırdık. Araştırmadık.

Bizler kendimizi, dünyayı ve insanları anlayamıyoruz. Anladığını söyleyenlerin de doğru anlamış olma olasılığının düşük  olma ihtimali de yüksektir. 

Bilmedik, okumadık, öğrenmedik, uygulamadık. Neticede aci çektik, acı çekmeye devam ediyoruz ve korkarım ki acı çekeceğiz. 
                                                                                                                     Sevilaysevilay


25 Ekim 2011 Salı

YALNIZLIK SÖZLERİ




O en büyük lekeye takılıp kalmadım
Dünyaya bulaşmadım.

Öğretmenliği ve sessizliği seçtim, hale bakıp sözlere aldırmadım diye, Allah'a hamd ediyorum; içim içime sığmıyor. 

Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. 

Onlar saraylar inşa edip bir kaç koltuk elde ettiler, ben tapınak inşa ettim ve iyilik tanrısının sonsuz iklimlerinde, saltanat tahtına kuruldum. 



Onlar bağ bahçe aldılar, ben ise mucizelerin yeşil ülkesine sahibim.

Onlar masa başlarında gururlandılar, ben aşk tapınağının minaresinde, gururumu ayaklar altına aldım.


Onlar Kayser'in köleleri oldular, ben ise Hekimin sahabesi oldum.

Onlar yoldan saptılar, el ve avuçlarını doldurdular, ben ise kaldım ve elim avucum boş bir halde, inzivayı tercih ettim.


Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben adımı suya verdim.
Hedefe Hızır'dan daha çabuk, İskender'den daha önce  ulaştım. 
Onlar lezzet ve zevk aldılar, ben ise gam ve keder. 


Onlar paraperest oldular, ben hudaperest.
Onlar altın ve gümüş sergilediler, ben Mevlana gibi, Şems'te açtım ve Şems'te yandım.


Gönül sofrasını açtım, dert sergisini yaydım, kandan şarap içtim.
Onlar parababası oldular, ben dert babası.
Onlar yaşamaya bağlandılar, ben yaşama.

Onlar bakanlık elde ettiler, ben saltanat.
Onları yalanla övüyorlarsa, birileri beni gerçek manada kutsuyor.

Onları, içlerinden düşman, beni ise kalben dost biliyorlar.
Onlara işlerini rapor ederlerken, bana hallerini rapor ediyorlar.
Onlar özgürlüğe ihanet ettiler, ben özgürlüğe vefalı kaldım. 

Onlar gece alemlerinde kötü kadınlarla dans ederken, ben tertemiz uzletimde, sufilerin temiz güllerini kokluyorum. 


Onlar elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken, ben içim içime sığmayacak kadar aşık oldum.


Onların memurları, benim dertlerim var. 
Onlar hasta ve zayıf develerini, zorla, saray kapılarında kurban ederken, ben İsmail'imi, şevkle Ka'be yolunda boğazladım.
Onların içen ve gülenleri varsa, benim de yanan ve ağlayanlarım var. 
Onlar, kalabalıkta birbirlerine yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz.

Onların altını varsa, benim de aşkım var.
Onların evi varsa, benim de mihrabım var.
Onlar yükselirken, ben Mi'rac'a çıkıyorum.

Onlar yeryüzünde sürünürken, ben göklerde uçuyorum. 
Onlar biterken, ben daha yeni başladım.
Onlar yaşlanırken, ben gençleşiyorum. 
Onlar vekil oldular, ben ise ma'bud. 

Onlar reis olmuşlarsa, ben de rehber oldum.
Onların kapı kulları ve fedakar uşakları varsa, benimde soylu bir önderim var.
Onlar Nuşirevan'ın adalet zincirini boyunlarına vurdular ve ahırları bayındır kıldılar, ben ise sarayları terkettim.


Buda oldum, zincirleri kırdım, özgür oldum. 
Sanatçı oldum,üretici-yaratıcı oldum; nübüvvet ve risalet buldum, ebedileştim. 


Alem gazetesinde bekamı sağladım.
Onlara, bir grup insan dalkavukluk ediyorsa, bu onları mesleği olduğu içindir.

Bunların yerine başkaları geçse, onlar da dalkavukluk eder, yağcılık yapar; ama içlerinden nefret duyarlar.
Beni ise, dünyaya asla teveccüh etmeyen bir kalp över.


O, dünyayı bir çöplük olarak görür.
Bu kalpte güzellikten, imandan ve sevgiden başka bir şey yoktur.
Dünyadan hiç bir beklentisi yoktur. 

Öyle bir kalp ki, Allah'ı bile ısrarlarımla över. "Ben nerede onlar nerede, zarar ettim" diye yakınır.                                                        


 Dr. Ali Şeriati/Yalnızlık Sözleri 

23 Ekim 2011 Pazar

UYANIŞ MEYVESİ



Bütün dertler bilgi ve şuurdan kaynaklanmaktadır. Bilinmeyen ve görmeyen, ne eziyet ne de ızdırap sahibidir. Ne sorumluluk, ne ölümden sonrası için ne de hesap, kitap ve azaptan korkusu vardır. İş yapan bir cihaz gibi,sadece tüketicidir.
Dünyanın bütün ağırlığını insanın omuzuna yükleyen şuurdur. Yunan pehlivanı Atlas gibi, bilgili ve şuurlu olmanın kefaretini, düşünmeye müptela olmak ve dünyanın ağır yükünü omuzlamakla ödüyor.
Bilgisizlik, şuursuzluk rahatlıktır. Çünkü yönsüz filozofların bulma telaşında oldukları mutluluğu sahip olmak, sadece bir şeyi gerektirmektedir: Ahmaklık! İnsan, Allah'ın tüm varlıklara vermiş olduğu (fakat kimsenin almadığı) nimeti, keşke almasaydı. Kimseye verilmeyen, keşke insana da verilmeseydi.
İnsan şuurlu olmakla, gözlerini açmak ve görmekle rahatlık Cennet'inden sürülmüş oluyor. Hayatı eziyet ve telaşa bulanıyor.
Kim, eziyet ve telaşla hayat geçirir? İnsan... ''Lao-Tsu''nun deyimiyle; şu bitkilere bakınız. Baharda nasıl yeşeriyor, çiçek vermeye başlıyor, kışın ise uykuya çekiliyor. Asla ızdırap, perişanlık, ümitsizlik ve sıkıntıya duçar olmazlar. Ne bir emanet yüklenmiş, ne omuzlarında bir ağırlılık yapıyor, ne de tekrar isteniyorlar. Çünkü tabiatın içinde bir bilye gibi yapıldığı tarzda yaşamlarını sürdürüyorlar.
''Sartre''nın deyimiyle; insan, şuur sahibidir. Bu da ona daima işkenceli bir korku vermekte. İnsanlaştığı ölçüde acıları, eziyetleri, geri kalma ve yıkılma korkusu artmakta. Sapma ve zaaf korkusundan, tekamülden, geri kalma korkusundan omuzuna yüklenen sorumluluklarda artış meydana gelmekte.
Şuursuz insan, sorumluluk duymaz, mesuttur. Ama şuuru üst düzeye çıktığı ölçüde çocuğuna, ailesine, şehrine, memleketine, bir bölgeye, üçüncü dünya sömürüye uğramış dünyaya karşı; insan cinsine karşı sorumluluk hissi duyar.
Öyle ki adeta bütün insanların alın yazısı ve yeryüzünde olan her facianın sorumluluğunu ona aitmiş gibi omuzuda ağırlık hisseder. Eziyeti yalnız bugünkü eziyet değil önceki ve gelecek asırların eziyetidir.
                                                                   İnsan Olmak/Dr. Ali ŞERİATİ                                                                                                

21 Ekim 2011 Cuma

LA MAİSON EN PETİTS CUBES




La Maison Petits Cubes 81. (2009) Oscar ödüllerinde en iyi kısa animasyon dalında ödüle layık görülmüş bir eserdir. Japon yapımı bu güzel animasyonun orjınal adı Tsumiki No İe dir. İnsanın, hayatın ve yalnızlığın sessiz, sözsüz ve hüzün dolu  anlatımının en hoş yansımalarından biri..








UMUT, EMEK VE...




Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Şems-i Tebrizi

20 Ekim 2011 Perşembe

AMA EKMEK SATILMADI ESKİSİNDEN UCUZA






Geçti içimizden biri koca denizi

Gide gide buldu bir yeni kara.

Bir sürü insan koştu ardından,

Orada büyük şehirler kurdular; alın teri ve akılla

Ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza…

Bir makine icat etti içimizden biri,

Buhar çevirdi tekerleği onunla

Fabrikalar türedi ardından bir sürü

Başladı insanlar fabrikaları çalıştırmaya

Ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza…

Düşündü taşındı içimizden bir çoğu

Güneş ekseninde dönmesi üstüne dünyanın.

Bir sürü insan kafa yordu

İnsan yüreği, evrenin yasaları üstüne

Havanın bileşimi,denizin balıkları üstüne kafa yordu bir sürü insan.

Bulundular önemli keşiflerde

Ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza…

Tersine günden güne arttı şehirlerde yoksulluk

Yıllardır kimse bilmez kimse insanın hali nice

Sürünür yerlerde sizin gibi biri, siz yukarılarda uçtukça

Kalmamış hiçbir yanı insana benzeyen

Peki insan insana yardımcı değil mi

Ne gezer….

Bertolt BRECHT

O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle...

HAKKA SURESİ
1 - (Gerçekleşecek) Kıyamet!
2 - Nedir, o Kıyamet?
3 - Gerçekleşenin (Kıyametin) ne olduğunu sen nerden bileceksin?
4 - Semûd ve Âd, kapılarını çalacak olan o felaketi yalan saymışlardı.
5 - Semûd kavmi korkunç bir sesle yok edildi.
6 - Âd kavmi ise gürültülü ve azgın bir fırtına ile yok edildiler.
7 - Allah o fırtınayı üzerlerine yedi gece sekiz gündüz musallat etmişti. Öyle ki, o kavmi içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.
8 - Bak şimdi görebilir misin onlardan bir kalıntı?
9 - Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler de hep o hatayı işleyegeldiler.
10 - Hep Rablerinin elçilerine karşı geldiler. O da onları pek şiddetli bir şekilde yakalayıverdi.
11 - Kuşkusuz, sular kabarınca sizi gemide biz taşıdık.
12 - Onu size bir ibret yapalım ve belleyici kulaklar bellesin diye.
13 - Sûr'a bir tek üfleme üflendiği,
14 - Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman,
15 - İşte o gün olacak olur.
16 - O gün gök yarılmış, sarkmıştır.
17 - Melekler de onun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir.
18 - O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz, öyle ki gizli bir haliniz kalmaz.
19 - Kitabı sağından verilen, "alın okuyun kitabımı.."
20 - "Çünkü ben hesabıma kavuşacağımı sezmiştim" der.
21 - Artık o hoşnut bir hayattadır.
22 - Yüksek bir cennettedir.
23 - Ki o cennetin meyveleri sarkmıştır.
24 - "Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için." (denir).
25 - Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke kitabım verilmeseydi de,
26 - Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim,
27 - Ne olurdu o ölüm, iş bitirici olsaydı.
28 - Malım bana hiç fayda vermedi.
29 - Gücüm de benden yok olup gitti."
30 - (Zebanilere şöyle denir): "Onu yakalayın da bağlayın."
31 - "Sonra cehenneme atın onu."
32 - "Sonra da boyu yetmiş arşın zincir içerisinde onu oraya sokun."
33 - Çünkü o, büyük Allah'a inanmıyordu.
34 - Yoksula yedirmeye teşvik etmiyordu.
35 - Bu sebeple bugün burada onun candan bir dostu yoktur.
36 - Bir irinden başka yiyecek de yok.
37 - Onu günahkârlardan başkası yemez.
38 - Andolsun gördüklerinize,
39 - Ve görmediklerinize..
40 - Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür.
41 - O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz.
42 - Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!
43 - O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
44 - O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
45 - Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.
46 - Sonra da onun şah damarını keser atardık.
47 - O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.
48 - O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için unutulmayacak bir öğüttür .
49 - Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var.
50 - Kuşkusuz bu Kur'ân kafirler için bir pişmanlık vesilesidir.
51 - Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
52 - O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle  

15 Ekim 2011 Cumartesi

DEJENERE TOPLUMUN CEHALETE MEFTUN EVLATLARI

 "Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın kahrolmak için kesb-i kemal-i hüner eyler."- Şinasi-


Son zamanlarda garip bir yaşam tarzı, bir de bu tarza ait bir gürûh türedi. Kitabı, tarihi, coğrafyası, matematiği, mantığı ve ahlâkı olmayan bir güruh. Hani neresinden tutsanız elinizde kalıyor dedirten cinsten. Sahibi olduğu beyinler ve bedenler de anlayışları kadar garip. Herhangi bir gruplamaya dahil edemediğim bu güruhu hangi çerçevede tanımlayacağımı bilemiyorum. Zira ruhların yaşı, ırkı, statüsü, kategorisi yoktur malum... Emperyalizmin ve kapitalizmin dar alanda paslaştığı bu top'luluk, sosyal mutasyonun en büyük şekillendiricisi gibi duruyor..


Bu güruhun mensuplarının en büyük özelliği, kitaplardan fersah fersah uzak oluşudur. Başta Kuranı-ı Kerim olmak üzere hiç bir kitabı okumazlar. Tarihleri yoktur; çünkü hiç bir takvimde varlık gösteremezler. Coğrafyaları yoktur; çünkü duracakları belli bir yer yoktur! Matematiği yoktur; çünkü milyarlarca yıldır değişmez matematiksel düzeni ile bu kainatın hesapları umurlarında değildir. Mantıkları yoktur ve bu yokluk o kadar vahimdir ki her mantığa bir mantık uyduran mantık bile bunların karşısında pes etmiştir.


Akılsal dejenerasyona uğrayan bu güruhun diğer özelliği, bilinçsiz oldukları halde kendilerini çok akıllı zannetmesidir. Geçmişleri, anları ve gelecekleri nefsani bir takvime dayanan ve kendilerini cehaletin sonu gelmez karanlığına satmış olan bu güruhun çelişkilerle dolu bir yaşamı vardır. Köledirler ama kölelikleriyle gurur duyarlar ve her gün biraz daha köleleşmek için uğraşırlar. Düşünün! Öyle bir kölelik ki bağlı oldukları zincirlerini büyük bir emek ve para harcayarak parlatmaya ömür adayacak kadar mahkum ve mahrum... 


Bu güruha mensup kişileri cinsiyet ve iddia bağlamında ikiye ayırıyorum. İlk sözüm, müminlik iddiasında olanlara.. Mümin bizim gözümüzde şuur sahibi, takva sahibi, samimi, emin gibi vasıflara sahip olduğu için; bu tanımı bulandıranlara kızmamak elde değil. Kalplerin özünü sadece "Allah " bildiği için kimsenin imanına, kalbine dokunamayız. Lakin bilinçli bir şekilde, başını kuma gömerek; duymak istemeyerek; görmek istemeyerek; okumak istemeyerek; inanmak istemeyerek  hem dünyasını hem ahiretini yıkmak; içinde yaşadığı evi kendi eliyle kendisiyle birlikte yakmak gibidir. Ruhları enkaz altında bırakmak  korkunç bir felakettir...  


İkinci sözüm sadece giyim kuşam yönüyle ayrılan bu güruhun kadın ve erkek olanlarına. Malum takvanın cinsiyeti yoktur...

Gelelim bu güruhun kadınlarına... İslami bir kılığa bürünerek, İslamı kullanarak bütün kutsallığı kendi menfaati için kullanan heykel kafalı kadınlarına... Heykel kafalıdırlar çünkü beyinlerinde hiç bir hareketlilik söz konusu değildir.  Çoğu kendini, 'örtülü' olarak adlandırıyor. Çıplaklığı din kisvesine büründürerek bu tanımı utandıran, örtüyle alakası olmayan, örtülü kelimesini yıkımlara uğratan bir gürûh... Şuh bakışları, ortalıklara yayılmış ben ve et kokulu fotoğrafları, platform topukları, daracık bodyleri etekleri ve edepsiz tavırlarıyla İslamdaki kadının ağırlığını basit bir et parçasına dönüştüren ve en önemlisi hörgüç hadisini hayata geçirerek beni ürküten bir gürûh... Çok acıtıcı... Dinler tarihinde ve İslam tarıhinde hiç bir topluluk 'dinsel şekil' yönüyle İslamı bu kadar örselememiştir.  İslam hiç bir döneminde 'sırf şekil yüzünden' bu kadar büyük bir hakarete uğramamıştır.

Bir de bunların, fiziksel olarak erkek görünümünde olan klavye mücahidi, reel- sanal, metroseksüel kimliksiz versiyonları var. En büyük özellikleri, bir yandan dindar gibi görünüp, diğer yandan müstehcenlik şehrinde ruhlarını kaybeden izânsızlardan oluşuyor olmasıdır. Müslüman görünüşlü ama ahlaksızlığı dibe vurmuş  olan bu kalbi âmâlar, kalbi ürpenten ayetlerden bahsederler ama ömürleri boyunca Kuran-ı Kerim'i ellerine alıp okumamışlardır. 'Kalk ve uyar' ayetini dillerine dolayıp yumruk sıkarlar ama kendilerini bile uyaramamış bu tipler  en küçük kavgada en kuytu köşelere saklanırlar.

Bu güruhun şerrine karşı nasıl önlem alacağımızı düşünürken girdaplara sürüklenmemek elde değil. Bu kadar çok uyarıldıkları halde nasıl bu kadar çok kayıtsız kalmayı başarıyorlar; anlamak çok zor. Cehaletlerini neyle yakarız; bu ne kadar zaman alır bilmiyorum.  Vakit ve kalem israfı mıdır bu; bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, şimdiye dek bedbâhtsızlığımı bu kadar yâdettiren kimse çıkmadı . 
 Sevilay Meraler


14 Ekim 2011 Cuma

TELEVİZYON LANET OLASI BİR LUNAPARKTIR!



Niçin Bağlanıyoruz?

Televizyonun cazibesi, kısmen bizim kendi biyolojik tepki mekanizmamızdan kaynaklanıyor. Ani ya da yeni uyarıcılara karşı içgüdüsel olarak verdiğimiz tepkiler olan yönelme tepkisi ya da refleksi, bu noktada özellikle etkili.

Aynı sahne içinde kamera açısının değişimi, bir sahneden diğerine geçiş, uzaktan çekim ya da yakına odaklanma, ani ses artışı gibi, televizyonda kullanılan basit biçimsel özelliklerin, bu tepkiyi harekete geçirip geçirmediği üzerinde çalışmalar yapılmış. Beyin dalgalarının bu biçimsel özelliklerden nasıl etkilendiğini izleyen araştırmacılar, televizyonun aslında bu hileler sayesinde cazip hale geldiği, içeriğinin çok önemli olmadığı sonucuna varmışlar. Bu durumda, yönelme refleksi, "eğer televizyon açıksa, gözlerimi ondan ayıramıyorum", "daha az televizyon seyretmek istiyorum ama başaramıyorum", "televizyon seyrederken kendimi hipnotize olmuş gibi hissediyorum" türünden açıklamaları kısmen cevaplayabiliyor.

Özellikle reklamlarda ve müzik kliplerinde bu biçimsel özellikler dakikada bir gibi bir sıklıkla verilerek, yönelme refleksi sürekli olarak aktif tutuluyor. Birbiriyle bağlantısı olmayan sahnelerin hızla değiştirilmesiyle, bir bilgi taşıyıp iletmekten çok, dikkat çekmek amaçlanıyor. Reklamın ayrıntıları hafızada uçucu oluyor ama insanlar ürünün ya da albümün ismini hatırlayabiliyor. Yönelme tepkisinin çok fazla çalıştığı bu gibi durumlarda izleyici ekrana bakmaya devam etse de, kendisini bitkin ve yorgun hissediyor. Özellikle hareketin çok fazla olduğu bilgisayar oyunlarında bu şikayetler artıyor ve baş dönmesi, mide bulantısı gibi ilaveler de oluyor. Buna güzel bir örnek, 1997 yılında Japon televizyonunda yayınlanan bir Pokemon video oyunundaki parlak ışıkları seyretmekten kaynaklanan, ışığa duyarlı epilepsi şikayetiyle, 700 kadar çocuğun hastanelere kaldırılması.

Araştırmacılar, biçimsel özelliklerin insanların gördüklerine ilişkin belleklerini etkileyip etkilemediğini de araştırmışlar. Çalışmalardan birinde katılımcılara bir program seyrettirilmiş. Aynı sahnede, bir kamera açısından diğerine geçiş sıklığının artırılması, tanıma oranını artırmış. Çünkü bu geçişler, ilginin ekran üzerinde yoğunlaşmasını sağlamış. Yeni bir sahneye geçiş sıklığını artırmak da belli bir düzeye kadar benzer bir etki yaratmış. Ancak bu geçişlerin sıklığı iki dakika içinde 10'u geçerse tanıma oranı ani bir düşüş göstermiş (http://www.denizce.com/tvbagimlilik.asp).







13 Ekim 2011 Perşembe

TIKANDI BABA


Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve: “Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:
“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:
“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:
– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.
– Geldi sultanım!
– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;
“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.
“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.
Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.
Baba, “niçin?” demiş. Askerler:
“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.
“Ne olacak şimdi” demiş.
“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:
“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT!”
www.islamikariyer.com

11 Ekim 2011 Salı

İLAHİ İNSAN SÜRGÜNDE

       Acaba gerçek dert ve yenilgi, yalancı ümit ve sevinçten daha iyi değil midir? Şuurdan doğan dert, akılsızlıktan doğan dertsizlikten daha iyi değil midir?



      Allah, insanı çamurdan yarattı. Sonra ona kendi ruhundan üfledi; kendi sureti üzerine yaptı. Ona isimleri öğretti ve O'emaneti' yere, göklere arz etti; kabule yanaşmadılar; insan aldı. Sonra bütün meleklere ona (insana , Adem'e) secde  etmelerini emretti (Rahman Suresi-14, Bakara Suresi 33-34).

   İnsan,tarihin ilk günlerinden beri, kendisini ve cihanı düşünmek için daima gamdan ve sıkıntıdan uzak bir köşeye kendini atmıştır. Bu karamsarlık, insanın fizyolojık yapısına sirayet etmiş, bu buruşuk yüz ve çatık kaş bakışların somurtkan bir hal almasına neden olmuştur.Bu insanın simasını, daima bir 'sıkıntı' ve keder kaplamıştır. Simasına ızdıraptan bir dalga oturmuştur. Zira daima kendini bu alemden 'daha çok' 'olan her şey'i kendine yetersiz görerek duygularını bu varlık aleminin sınırında ve olan 'her şeyden' ' ötelere' geçiriyor. 'Olan şey' sona eriyor fakat o devam ediyor ve 'sonsuz' a dek etek uzatıyor.
     
      Bu tanınmayan dünyanın kayıp insanı, kendini bu gökyüzünün altında kusur ve garipliğe müptela görmüştür. Gılgamış'ın Sümer seması altındaki muzdarip ve perişan feryatları, Budha'nın 'Karema'dan kurtuluş ve nihayet 'Nirvana' ya ulaşmak için işkenceyle karışık çabaları, Ali'nin Medine'nin etrafındaki hurmalıklarda sessiz gecelerdeki dertle karışık inleyişleri, Sartre ve Camus'un isyan öfkeleri, ümitsizlikleri hep muzdarip insan ruhunun çeşitli görünümleridir. İnsan kendini bu toprağın üzerınde ve bu zindani gökyüzü altında yalnız ve yabancı görüyor. 'Bu evin kendi evi olmadığını biliyor'.


Derinlik ve yükseklik, can ve ruh, düşünce ve sanat niçin daima sıkıntıyla;ahmaklık, alçaklık ve çöküş ise sevinçle içiçedir?


Niçin Aristo zamanından beri sanatta derinleştikçe ve ciddileştikçe 'kederli' sathi ve sıradanlaştıkça 'sevinçli, neşeli' sayılması temel kaide olmuş?


Sıkıntı daha üstün ve daha yüksek bir ruhun tecellisi olduğu için mi? Darlık ve el darlığı dünyayı daha iyi hissettiği için mi?


Yüksek ruhlar, derin kalpler, sonbahar sıkıntısı, sukutu ve akşam gurubunu niçin daha çok severler? 
Bu anların sonunda, kendilerini bu dünyanın sonuna daha yakın hissettikleri için değil  mi?


     İnsan, kendi fıtratının derinliğinde daima mutlak, sonsuz, edebilik, ezellik, aydınlık, daimi ve sonsuz olma, zamansızlık, mekansızlık, sınırsızlık, renksizlik, mutlak mücerretlik, kutsallık, hürriyet ve mutlak serbestlik, başlangıcın ilki, sonun en sonu, gayret-i mutlak, mutlak mükemmel, gerçek saadet, mutlak hakikat, kesin anlayış, aşk, güzellik, mutlak hayır, güzelliğin en güzeli, temizlerin en temizi.. arzusunda olmuştur. Kendisinin o gerçek benini, bu maverai anlamlara yakın görmüştür. Onlara şiddetli ihtiyaç duymuştur. Bu dünya ise nisbi, sınırlı, arızi, ortalama, kötü, eziyet verici, bulaşık, soğuk, bilgisiz, mekan zamanın aşağılık br kölesi, noksanlığı ve ölümün esiridir. Bu heyecan verici ideallerlerle, insanın yüksekten uçan ruhuyla yabancı ve uyumsuzdur.

O halde bu anlamlar, insanın kalbine nereden düşmüştür?
        Dr. Ali Şeriati/İdeallerin Yenilgisi
                                       
Allahım! Bizleri uyanıkların uyanıklıklarıyla rızıklandır.
Abdulkadir Geylani/Cilau'l Hatır

7 Ekim 2011 Cuma

RUHUN KARİYERİ


Bana ruhunun kariyerinden bahset! Oturduğun koltuğun rahatlığında değil! 

Kalbin kaç net bıraktı doğrulukta ya da kaç dört günahın kaç sevabını götürdü onu söyle! 

Aklının başarısından söz et bana. Allah'ı bulmak için ne kadarını kullandığını hani. Sınavlardaki netlerden söz etmiyorum yani... 

Yazdığın akademik kitaplardan bahsetme! Terımler dizinini herkes açıklar. 

Kalemini anlat bana, kaç defa Allah'ı yazdığını yani... 
Bana kazandığın paradan yani kazandığını sandığın kayıplardan bahsetme.
Bana infaktan bahset! 
Bir de peygamberimizden söz et. Aklını satmış yazarlardan değil yani... 
Bir de kültürden bahset, İslami kültürden yani.. Aydınlanma çağı karanlıklarından değil!


Ölümden söz et bana, eğer aklına geliyorsa tabi düşünebiliyorsan öleceğini. Yani mezarlıklar dört yanındayken...
İleri görüşlülüğünden söz et bana. Mahşeri nasıl görüyorsun onu söyle yani.
Özgürlükten söz et bana! Tekel altına aldığın enaniyet krallığından değil! 
Bir de özgürlüğün adalet ve eşitliği de seviyor mu? Onu söyle! 
Huzurdan söz et bana. Karanlıklara buladığın hazlarından değil. 


Heyecanlarından söz et bana, hani kalbinın Rahman anıldığında kaç defa titrediğinden... Fiziksel çırpınşlardan değil!


Seyahatlerinden söz et bana. Ülkelerden, şehirlerden bahsetmiyorum anla! Kaç çocuğun yüreğinde dolandın? Kaç merhamet hatırası aldın? Onu söyle!

Hoşgörüden söz et bana.  Sırıtarak verdiğin tavizlerden değil!  


Bir de kelebeklerin kanatlarını kırma!

-Kırmak mı? Ben mi?
-Yani haddini bil diyorum, bir de böyle konuşmasan, sussan yani.. Ve sana ait olmayan hiç bir şeyle övmesen kendini. Bir de insan olmayı denesen..
-Ben insan değil miyim? Nasıl yani?
-Ya Doktor Ali der ya hani;

"Allah'ın halifesi değilsen insan da değilsindir" ! Gibi...                                                
   -Sevilay Meraler-