25 Aralık 2013 Çarşamba

MODERNİZME SATAŞMALAR/BELALTI ENTELEKTÜELLERİ

KUMRU ÇIRPINIŞI
Hanimiş ruhumu yoran zencefil kokulu yarim? 
Neredeymiş bakışına meftun olduğum o gün batımı serzenişler?
Ahh teninde ışığımı kaybettiğim yar.. 
Bak işte ellerimde sensiz bir nefes,
Dudaklarımda bir avuç yalnızlığın var..
Sensizliğimdeyim..
Gözlerimde bir çift kumru çırpınışı,
Odamda demlenmiş bir intihar. ..
Ahh ruhunda karanlığımı bulduğum yar..
Sessizliğindeyim...


Çok tanıdık geldi bu sözler değil mi? Siz de okumuş veya yazmışsınızdır. Aşık olan her ademoğlu/havvakızı, sevdiğinin yokluğununda bu tür sözleri yazar, okur veya dinler.. Çünkü aşk diye tanımladığı bu duygu, onu şair olmaya mecbur kılar.. Şiirlerin konusu genellikle yalnızlık, çaresizlik, sevgi ve özellikle sevgiliye/şehvete özlem!! olur. Hayatın merkezine alınan sevgili öyle bir konumdadır ki aşık kişisi dinlediği her şarkıda, okuduğu her satırda, izlediği her karede sevdiğini görür. Bunun adı aşktır ve aslında, güzel ve  kutsal/ dı/r...

Her güzel şeyi deforme eden modernizm, oldukça ademce ve oldukça havvaca olan bu "doğalımsı duyguyu" zaman içinde kendine benzetti. Modernizm, aşka yeni bir tanım getirdi ve bu tanım kendini hep kadın bedeni üzerinden tanımladı. Çünkü, modernizmin kapitalizme, kapitalizmin paraya, paranın da kadına ihtiyacı vardı. Kadın, aşkın/şehvetin diğer adı haline getirildi. Bu yüzden şarkılar kadının gözlerinden, şiirler kadının dudaklarından, romanlar kadının sıcaklığından bahseder oldu. Bunları okuyan her adem kişisi de doğal olarak bir kadın tenine/aşka/şehvete tutulma zorunluluğunda hissetti kendini.. 

Şehvet şimdilerde çok ama çok pişman.. Modernizmin onu bu kadar çok kutsayacağını bilseydi, iblisin bir parçası olacağına, iblisin içinden fırlayıp,  iblis gibi Allah'a isyan eder; iblisten daha şöhretli olurdu. Baksanıza neredeyse bir tanrıya dönüşmüş!!

Bu kadar popüler olan bir duygunun elbetteki rantçısı çok olacaktı. Her şeyi paraya dönüştüren modernist anlayış aşkı şehvete, şehveti paraya dönüştürdü.. Modernizm, "kapitalist edebiyatı", kapitalist edebiyat da "piyasa şiirlerini," "piyasa şarkılarını" ve "piyasa romanları"nı üretti.. Bu akıma en fazla en çabuk adapte olan da bizim toplum oldu. Kendini sözümona entellektüel şair/yazar olarak tanımlayan grup, popülerlik adına "cinsel açlıklarını" ve "tensel tecrübe"lerini konu edindikleri "egosal çığlıklarını" edebi forma sokarak piyasaya sundu. Böylece "belaltı edebiyatı "sektörü oluştu ve bu sektör oldukça revaçta! 

Bunun en büyük sebeplerimizden biri, belki de başkasının özel yaşamına bu kadar düşkün ve dedikoducu bir toplum olmamızdan kaynaklıdır. Kimin kalbi kimle meşgul, kimin uçkuru ne durumda en büyük merak konusu! Tabi bu zaafı kullanmayı seven çok değerli edebiyatçılar da bu fırsatı kazanca dönüştürmede geri durmadılar....


Artık kitap okuyanları görünce, kitap okuyor diye sevinemiyorum; çünkü kelimelere sinen şehvet, bu güzelliği ve sevinci de götürdü.. Bir bayan sanatçı nasıl ki, soyundukça, para kazanıp ünlü!! oluyorsa, bir şair veya bir yazar da kitabında cinselliği ne kadar konu edinirse o kadar ünlü, o kadar para kazanır oldu... Cinsel sömürünün her zaman ve mekanında olduğu gibi bu akımda bayanlar vardı ve belaltı edebiyatı onlarda da ayrı bir şık durdu!! Şimdi her yerde belaltı edebiyatçıları aranır, ağırlanır kıymet bilinir oldu. İşin komik tarafı kendini o şairler gibi ünlü hissetmek isteyen avamdan bir takım zavallı da bu tabakadan nasiplenmek için bunlara benzemeye başladı. Edebi bozuk olan edebiyatının da bozuk olması son derece doğal vesselam.

Beden şairlerine demem o ki, bedene şiir yazmak kolaydır, bedenin bedene duyduğu özlemi dile getirmesi daha kolaydır.. Yukarıdaki şiiri abartısız beş dakika içinde yazdım ve sizin şiirlerinizde  olduğu gibi bu şiirde de hiç bir samimiyet yok; sadece kelime oyunu yaptım, sizin gibi.. Derim ki bedensel şiirler ve romanlar pek de emek gerektirmiyor, bu sebep ile beğenilmiş ve popüler olmuş olsanız da kabarmayın lütfen; çünkü bu kabarış hindi kabarışı gibi bir şeydir.. Neyse elbette özgürsünüz, nasıl diliyor ve mutlu oluyorsanız öyle yaşayın kendi dünyanızda.. Yalnız sizden bir ricam var.. Siz, gençliğin duygularını ve aşkı sömürerek, kelime oyunlarınız ve tensel tecrübelerinizi yazdığınız şah/eserlerinizle para kazanmaya devam edin ama lütfen bu halinizle bir beden işçisinin yanında geçerken sakınn ha burun kıvırmayın.. 

-Sevilay Meraler-

15 Aralık 2013 Pazar

MALAYANİ MONOLOG/AVAL AVAL

Ucubelerin tebessümü adına.... sm

sizin gibi olamadım hiç,

bu yüzden biraz uzaktım, biraz hiç..

ne siz anladınız beni,

ne de ben sizi...
 kısacası anlaşamadık..

                                     oysa hayat sadece an/la/ş/maktı...

                                              

ne zaman ruhtan söz etsem

aval aval bakardınız.
kızmayın sakın!
hakaret değil!
avallık, sersemliğe varan bir saflıktır. 
düşünsenize bu zamanda saflık!

size aval dediysem kendimden uzağa düşmedim,

zaten hiç düşmem !
ben de aval aval bakarım bazen,
yani okuyunca arabi'yi,  hawkıngi ya da ebu zer'i..

bilirsiniz...

ekseriyet hep doğrudur bu  düzende,
tümel, tekil, tikel... 
hangi önermeyle bakarsanız bakın,
bütün doğrular buna çıkıyor.
yani doğru olan sizsiniz!


sizinle anlaşmayı çok isterdim

ama ne yazık ki ekalliyetim...

                                          bakın yine an/la/ş/amadık!

düşünüyorum da,
hayat sizi sevmekle de güzel desem...
bunu söyleten aramızdaki ıraklık sanki...
yani vallahi seviyorum sizi, ama uzaktan.. 
bilin ki bu sevmelerin en güzeli 
ve belki de en adili...

susmak çoğu zaman güzeldir...



-sevilay meraler-

11 Aralık 2013 Çarşamba

EV KARADIR

Kirpiklerimde ölümün gölgesi var...F.Ferruhzad

Ev Kara'dır... Şimdiye dek seyrettiğim en etkileyici film. Cüzzamlı insanlar, yaşamları ve offf Furuğ'un şiiri... 
Diyebilirim ki; ötekinin acısı, bir kalbe ne kadar yerleşebilirse o kadar yerleştirdim acıyı kalbime. Ötekinin acısı, hücrelerden ne kadar sızabilirse o kadar sızdırdım acıyı bedenime
Ve duam... Duam eğer 1963 yılına gidebilseydi  şu an yağan her kar tanesi kadar onlara dua ederdim.

Kendimize baktım da kaç "modern gözü" bu filmi seyretmeye ikna edebiliriz ki dedim. 
Bu film şimdi gösterime girmek istese onu Avm'den içeri alırlar mı? 
O yetmezmiş gibi künyesinde "keyif ve umursamazlık" yazmadığı için sahte kimlik taşımaktan hapsetmezler mi? 
Ya  bilbordlara yerleştirmek istesek? Afişinin asimetrisi "altın oran bilbordlara" uyum sağlar mı? 

Neyse... Sadece şunu söyleyeyim:

Tarkovsky'nin Nostalgia filminde bir deli şunu söylüyordu:  
"Deli bir adam size kendinizden utanmanız gerektiğini söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!"


Bu arada, Furuğ bu belgeseli çekmek için gittiği "Tebriz Cüzzamlılar Evi'nden" bir çocuğu evlat edinmiş ve ölmeden önce onların acısı tarihe, kalbiyle işte böyle yazmış.  

Ya biz? Biz hangi acıyı yazabileceğiz? İçimizde cüzzamlı bir çocuğu evlat edinecek bir yürek var mı?

Filmdeki şiirden...

Sen insanların ve ruhların Rabbisin,
Bu dünya gebe ve haksızlık doğuruyor,
Sessizliğimi korurken, kemiklerim ufalanıyor...
Allahım! 
Güvercin ruhunu, vahşi hayvanlara emanet etme!



-Sevilay Meraler-

7 Aralık 2013 Cumartesi

PAPA'NIN ÖPÜCÜĞÜ

O senin ya cennetinin eşiği ya da cehenneminin kapısıdır! sm


Vinicio Riva... 53 yaşında. İtalyan. Deri ve sinirlerde görülen doku bozulukları nedeniyle oluşan ve  sinir tümörü olarak da bilinen Nörofibromatoz hastası. Toplum ona 'Fil Adam' adını layık görmüş.

Papa I. Franciscus... Katolik dünyasının en büyük ruhanî lideri. 

Riva, Papa'nın St. Peters Meydanı'ndaki olağan konuşması esnasında kendisine yaklaşmış ve Papa da  hiç tereddüt etmeden onu   büyük sevgiyle kucaklayıp öpmüş. Riva o anlar için: Papa'nın elleri yumuşacıktı ve gülümsemesi o kadar temiz o kadar etkileyici ki kendimi cennette hissettim ve yüzümü okşadığı an hissettiğim şey yalnızca aşktı"demiş. Sonra teyzesine dönüp; "İşte tüm acılarımdan kurtuldum! demiş.

Biz... "Yeryüzünde büyüklenerek, kibirlenerek yürüme!" diyen Rabbe iman eden! ama deforme bedenlere acıyarak ve tuhaf tuhaf bakan, "ruh özürlü" toplumun nadide parçaları!

Biz... "Âmâya rehberlik etmeyi, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde hitap etmeyi, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade etmemizi isteyen; engellileri bağrına basan, Yemen'e vali yapan, çölün yalnızıyla yalnızlığını paylaşan, seven, sahip çıkan bir peygamberin duyarsız ümmeti!

Biz... Bayram Arifesi alış verişe çıkan bedensel özürlü bir insanı: "Hızımızı kesiyorsun!" diye azarlayıp, sevincini gözyaşına dönüştüren "edep engelli" toplumun üyeleri!

Biz... Bedensel deformasyonu olan insanların utanç içinde yaşamalarına, kendilerini izole etmelerine neden olan sebebi felâketin, insan kılıklı temsilcileri!

Sahi, ne zaman vazgeçeceğiz başkasının cehennemi olmaktan?

Ne zaman bizim de din adamlarımız, politikacılarımız, büyük amcalarımız bu insanları öpecek ve ne zaman onlara cenneti hissettirecekler?

Yani Bay Vinicio gibi, ne zaman tüm acılarından kurtulacaklar?

Ve ne zaman Müslüman kimliğimiz, bu kardeşlerimiz için "Toplumsal Kabul" projesini gerçekleştirecek? 

-Sevilay Meraler-




















Kaynak:http://www.ntvmsnbc.com/id/25480439/-https://www.google.com.tr/imghp?rlz

4 Aralık 2013 Çarşamba

KUTSAL EŞİK



Ağlamak, kutsal bir eşiktir.
Yarı/ası kaybolmuş benlikleri, diğer yarı/asına kavuşturan…

Kendini, kendi sularında keşf ediştir.
Ağlamak, kutsal bir terk ediştir!

Lâkin artık modernizm gibi bir katil var!
Ağlamayı anlamından ayıran,
İnsanlığı, Zerdüşt bir ceset gibi sessizlik tepesine atan bir katil…

Modern insan anlamıyor…

Bu yüzden,
Keyif diyarlarında dolanıyor; ama hüzün ülkesine gitmiyor.
Birçok şeyi okuyor; ama mezar taşlarını okumuyor.

Modern insan ağlamıyor…

Oysa
Ağlamamak, illegal bir harekettir!
İnsan olmanın kanunlarına, “karşı” gelmektir!

Ağlamamak bir kıyı/amdır! 
İnsanlığın önüne kurulmuş, büyük bir barikattır.

Alkışlarla, şiirlerle, şarkılarla ölümü bile bir seremoniye, hatta bir keyife dönüştüren modern düşünce, bu alafranga vedalarla, insanın içindeki hüznü de ölülerle birlikte götürüyor.
Ve modern insan artık neden yaşadığını bilmiyor, neden öldüğünü bilmediği gibi…

-Sevilay Meraler-

29 Kasım 2013 Cuma

ŞEHRİN MAZGALLARI ve KALBİMİZ


Kadim bir şehir gibidir insan, hazinesi harabelerinde saklı olan... sm

Klişedir! Şehirler insanlara benzetilir. Ömürleri, ölümleri, gizli ve aşikar yüzleri, bedenleri ve ruhları ile... 

Klişe değildir! Mazgallar kalplere benzetilmez. Oysa mazgallar, kalpleridir şehirlerin. Açık olduklarında şehre yağan suları rahat bir şekilde şebekelere ulaşırtırırlar. Kapalı olduklarında ise o sular şehrin caddelerinde birikir ve sonrası malum... Tıpkı bizim gibi değil mi? Kalbimize ulaşan yollar açık olduğunda daha rahat yaşıyor, daha hafif oluyoruz. Bu açıklık, huzur denen o antidepresanı yanında getiriyor ve biz o modern buhranlara yakalanmıyoruz. Yani ruhumuz sular altında kalmıyor ve aklımızı sular seller götürmüyor.  Belli ki her şey "ait olduğu yere" doğru akıyor. 

Modern insan, şehri kirletip mazgalları tıkadığı gibi kalbini de tıkıyor. Modern yaşam, kirleri ceset gibi kalplere yüklerken, insan kirlendikçe ağırlaşıyor, ağırlaştıkça boğuluyor. Bu kirler, insanın kalbini karalıyor, paralıyor, yaralıyor... Yani, modern insan kalbine, kalbi Rabbine ulaşamıyor! Kemal Sayar'ın şiirinde;

.../
benim kalbim gövdesi ıslahevlerine
çakılı bir kuştur
uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde
kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor
tıkanır, ölür metropollerde


diyor Rukneddin. Bu modern kir içinde kalp yolu açık olanlar da üstlerine kalan bu yaslar ve hüzünler içinde! 

Topçu; "Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz". demiş. Şimdi tıkanmış yollarımızla elbette o sesi duyamıyoruz; fakat yolları açarsak "O" sesi duyacağız inşaallah.
Desem ki; keşke kalplerimizi tıkayan bu yolları açsak ve bu modern kramplardan kurtulsak. Mümkünsüz değil! Bir avuç dünyayı terk, bir arşın benliği salış, bir fersah tefekkür ve bir fiske ibadet kafidir.   
"O" gizli sesi duymaya ne dersiniz?

 Sevilay Meraler


23 Kasım 2013 Cumartesi

YİTİK BİR ŞEHİR: MARDİN

Bazen bir şehir, bir minareye sığar... 
Kâinata sığmayan, bir yüreğe nasıl sığarsa... sm



Siz de eski tatları yitirdiğimizin farkındasınız değil mi? Şehirdeki, çarşıdaki, insanlardaki o eski tatları… Varlığımıza anlam katan o incelikleri yani...

Lezzeti kalmadı, ne sohbetin, ne  çayın, ne kahvenin…
Bir vefasızlık düştü ya bu şehre, bir serkeşlik…

Bizi o eski şehirden ve o anlam dolu evlerden soğutan bir tutum sardı. Bu modern tutum, konfor ve gösteriş düşkünlüğünü, kibri ve bencilliği de yanına alarak, ruhlarımızı kuşattı.

Konforumuz arttı evet; ama huzurumuz azaldı. Evlerimiz genişledi evet; ama gönüllerimiz daraldı. Edebimizin seviyesinden ise hiç bahsetmeyeceğim.

Yeniliğe karşı olduğumdan değil ama neden her “yeniliğin” bedelini bu kadar ağır ödediğimizi, anlamıyorum. Değişti bu şehir çok değişti. Oysa eskiden Mardin'de,

İnsanlar,
Telkâri bir kolye kadar zarif;
Zinciriye Medresesi kadar bilgili;
Ulu Cami gibi sırları taşıyacak kadar ahlâklıydı.  

Yani, insanların kalpleri, kadim evlerin  kapıları kadar büyüktü.

Güven, abbaraların bağrında sapasağlam; sevgi, Mardin kalesinin ellerinde korunaklıydı…

Erdem ise, Hatuniye Medresi'ndeki ayak izine duyulan hürmet kadar değerli idi.

Özgürlüğün adına,  gerdanı siyah çizgili, beyaz  güvercin denseydi kimse yadırgamazdı.

Şimdi ise,
Bu şehirde günbatımı, kakuleyle demlenmiş mırra tadında ve zaman bir ceylan ürkekliğinde akmakta…

Ne çok şeyi yitirmişiz değil mi?

-Sevilay Meraler-

14 Kasım 2013 Perşembe

HIRKANIN BİR'E AŞKI

Siz ey aldatışlar! Bunca karanlığınıza rağmen size koşarak gelen bunca karanlıklara neler vadettiniz söyler misiniz? sm

Aşkı anlamak istemeyen anlamıyor işte! Ne yaparsanız yapın, ne akıllarına ne de gönüllerine bunu izah edemiyorsunuz. Bütün içtenliğiniz ve bütün samimiyetinizle mutlu olsunlar istiyorsunuz, her dem huzurda kalsınlar istiyorsunuz; fakat nafile.. Sonra istemeseniz de bu mutsuzluğu hakettiklerine inanmaya başlıyorsunuz ve sonra kızıyorsunuz onlara içten içe.. 

Sahi akletmeyenlere aşkın güzelliği neden bahşedilsin ki? Sonuçta sadece akl/eden, aşk/eder ve insan aşk edince de aklı terk eder! 

Akletmeyenlere gerçek aşkın, "İkinin birbirini değil; ikinin Bir'i sevmek" olduğunu nasıl anlatabilirsiniz ki? En bilgiç tavırlarıyla böbürlenirlerken, "Bir'i sevmeyenin, hiç bir şeyi sevemeyeceği mecburiyetini taşıdığını" nasıl öğretebilirsiniz ki? Anlarlar mı sanıyorsunuz.. Hangi rasyonel akla nasip olmuş ki gerçeği anlamak...
Onlar nasıl anlayabilirler ki nârın o serinletici dokunuşunu ya da kul olmakla kül olmak arasındaki o ince büyüklüğü.. Onlar için kül, "bir tutam kirleten siyahlık" iken, külün aşıklar için "kalpleri temizleyen bir dezenfektan" olduğunu nasıl anlatabilirsiniz ki?

Anlamazlar, anlamayacaklar.. .

Bir önemlidir... Cündioğlu'nun söylediği gibi: "Bir kere düşüyoruz yeryüzüne, bir kere!" Bakın Hallac bir kere yandı.. Bir kere kesildi elleri ve bir kere yakıldı bedeni.. Bir ceset nasıl sadece bir kere yanabilirse; bir ruh da sadece bir kere yanabilir... Çünkü fıtratın bu konuda alternatifi yok! Demem odur ki; insan sadece bir kere ve sadece Bir'le yanar.. Yanığından arta kalan külleri ise göğe gömülür... Yıldızların yanıbaşına yani...

Rasyonel akıllara, yana yana yanıtlamalarını umarak bu soruyu sorayım. 
Hangi hırka dindirebilir Dicle'nin kabaran yüreğini söyler misiniz?  Sizin rasyonel hırkanız mı?


-Sevilay Meraler-
                                                                                               

"Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at." -Halac-ı Mansur-

9 Kasım 2013 Cumartesi

S/ONSUZLUK




                                                                                                           Sancısı...
                                                                                                  Sancısı...
                                                                                           Sancısı...
Doğuşu mabetlerin.
Cehenneme damlayan ceninlerin temizliğinde.
                                                                                                         Ervâhın...
                                                                                                 Ervâhın...
                                                                                        Ervâhın...
                                                                                  
Dağılışı ervâhın.
Âleminin yedi deniz dalgası  derinliğinde.
                                                                                                        Arayışı...
                                                                                               Arayışı...
                                                                                        Arayışı...
Sürüklenişi izânın.
Günebakan çiçeğinin düne bakmayan gölgesinde.                                                                                                                                          
                                                                                                    Kıvılcımın...
                                                                                           Kıvılcımın... 
                                                                                  Kıvılcımın...
Durgunlaşması kıvılcımın.
Tutuşamayan bir yağmur tanesinin derin kederinde.



                                                                                                         Sevdânın...
                                                                                                  Sevdânın...   
                                                                                       Sevdânın... 
                                                                                       
Mavileşmesi sevdânın.
Mürekkep seline kapılan bir yüreğin, kitapların kıyısına vuran cesedinde.


                                                                                                        Ölümün.. 
                                                                                             Ölümün.. 
                                                                                Ölümün..
Kararması ölümün..
Ruhunu güneşte yakan sözcüğün ellerinde..                                                                                                                                     
                                                                                                    Kalemin...
                                                                                          Kalemin...
                                                                             Kalemin...

Anlatamayışı kalemin. 
                                                                                                      Rahmânı... 
                                                                                        Rahmânı... 
                                                                      Rahmânı...
Anlatamayışı...
Onsuzlukla sonsuzluk arasındaki başkalığı yıldızlar denizinde. 


-Sevilay Meraler