30 Mart 2012 Cuma

BUHRAN ve EZAN

O gece, gözünü bir türlü uyku tutmuyordu. Zehirli bir keder, ansızın gelip, yerleşivermişti ruhuna. Hangi kuytuluktan gelmişti  ve neden bu kadar yakınındaydı bilmiyordu. Başını duvardan duvara vuran kör bir mahkum gibi dönüp durdu yatağında. Uyumak için bir çok şey denedi ama ne okuduğu kitap, ne telefonundaki slow müzik, ne zifiri karanlık oda... Hiç biri getiremedi uykuyu gözlerine.. Bir meczup nasıl bir buhrandan diğer buhrana düşüyorsa o da öyle düşüyordu aklının uçurumlarından. Cendereye atılmış bir heykel gibi hissediyordu kendini ve sanki her an kendinden bir parça kırılıyordu. Zamanla zamansızlığın, rızayla isyanın, geçmişle geleceğin, gelenekle inancın, 'an'la anlaşılmamanın birbiriyle cedelleştiği meydanda herkes en cahil haliyle sırıtırken, bir tek onun canı yanıyor gibiydi. Zaman geçtikçe eksiliyor, parçaları koptukça azalıyordu. Zaman, kederi ve buhranı ruhuna mühürlemişti sanki. Derindi bu buhran çok derin... Delirecek gibiydi. Bir ara dostunu arayıp kederini paylaşmak istedi  ama zaman uygun değildi. Hem anlatsa ne olacaktı ki... Hangi ateşe düşmemiş pervane, ateşe düşmüş pervaneyi anlayabilirdi ki. Külüne bakıp ağlamaktan başka bir şey gelmezdi dostunun elinden.  
Bu buhrandan kurtulmak için önce pencereden sokağı ve semayı seyretti ama daha sonra  pencerenin, kederinin yanında ne kadar küçük kaldığını farketti. Kederini bir pencerenin küçüklüğü gideremezdi. Hırkasını giyip, balkona çıktı; önce sokağa baktı; köşede kıvrılmış  halde yatan  bir köpek dışında kimsecikler yoktu. Hava çok soğuktu ama üşümemeliydi; onun hırkası vardı, köpeğin yuvası yoktu; hal böyle iken üşümek olmazdı. Kederini önce sokağa atmak istedi ama sokak ıssızdı ve ıssızlık ıssızlıkla giderilmezdi ki.. Sokak lambasına baktı ama o da sanki bunu hissetmişti ve bu yükten kaçmak istercesine birdenbire sönüvermişti. Sonra ayın beyazlığına sığınmak istedi ama ay da kör bir nazara uğramış gibi elinden düşüp kırılmış, tuz buz olmuştu. Bir tek sema kalmıştı kederi alacak ama sema da simsiyahtı. İki siyahlık birbirini nasıl ağırlayabilirdi ki. Sema da kederini kabul etmemişti ve semanın bu umursamaz tavrına çok içerlemişti. Belki de yanılıyordu. Belki sema siyahını hemen kabul etmişti ama  kederinin koyuluğu yıldızları siyaha boyamış, semayı karanlıkta bırakmıştı. Anlam verememişti bu karanlığa. 
Yaramaz bir çocuk gibi aklını çekiştirip duran kederi durduramıyordu. Çürümüş bir dua gibi hissediyordu kendini. Seher vaktine kadar ayrılmadı balkondan. Ezan okunmaya başlayınca bütün ümitsizliğiyle kederini ezana atmak istedi. Biliyordu sokak, lamba, ay ve sema nasıl kabul etmediyse, ezan da kabul etmeyecekti ama yine de deneyecekti. Tedirgindi, kırıktı, yorgundu; bu yıkılmışlıklarla fırlattı kederini ve bütün içtenliğiyle ezana verdi kendini. Ezan okundukça sanki o ağır yük, azalıyor, kederi kâinata boşalıyordu. Ezanın bitmesiyle kendini denizine kavuşan bir balık gibi hissetmesi bir olmuştu. Bütün içtenliğiyle almıştı ezan kederini... Ruhuna çektiği ezanı yanına alıp odasına geçti, abdestini aldı ve seccadesini açtı. Açtığı seccade değil, bahçeydi sanki... 
-Sevilay Meraler-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder