30 Mart 2012 Cuma

BUHRAN ve EZAN

O gece, gözünü bir türlü uyku tutmuyordu. Zehirli bir keder, ansızın gelip, yerleşivermişti ruhuna. Hangi kuytuluktan gelmişti  ve neden bu kadar yakınındaydı bilmiyordu. Başını duvardan duvara vuran kör bir mahkum gibi dönüp durdu yatağında. Uyumak için bir çok şey denedi ama ne okuduğu kitap, ne telefonundaki slow müzik, ne zifiri karanlık oda... Hiç biri getiremedi uykuyu gözlerine.. Bir meczup nasıl bir buhrandan diğer buhrana düşüyorsa o da öyle düşüyordu aklının uçurumlarından. Cendereye atılmış bir heykel gibi hissediyordu kendini ve sanki her an kendinden bir parça kırılıyordu. Zamanla zamansızlığın, rızayla isyanın, geçmişle geleceğin, gelenekle inancın, 'an'la anlaşılmamanın birbiriyle cedelleştiği meydanda herkes en cahil haliyle sırıtırken, bir tek onun canı yanıyor gibiydi. Zaman geçtikçe eksiliyor, parçaları koptukça azalıyordu. Zaman, kederi ve buhranı ruhuna mühürlemişti sanki. Derindi bu buhran çok derin... Delirecek gibiydi. Bir ara dostunu arayıp kederini paylaşmak istedi  ama zaman uygun değildi. Hem anlatsa ne olacaktı ki... Hangi ateşe düşmemiş pervane, ateşe düşmüş pervaneyi anlayabilirdi ki. Külüne bakıp ağlamaktan başka bir şey gelmezdi dostunun elinden.  
Bu buhrandan kurtulmak için önce pencereden sokağı ve semayı seyretti ama daha sonra  pencerenin, kederinin yanında ne kadar küçük kaldığını farketti. Kederini bir pencerenin küçüklüğü gideremezdi. Hırkasını giyip, balkona çıktı; önce sokağa baktı; köşede kıvrılmış  halde yatan  bir köpek dışında kimsecikler yoktu. Hava çok soğuktu ama üşümemeliydi; onun hırkası vardı, köpeğin yuvası yoktu; hal böyle iken üşümek olmazdı. Kederini önce sokağa atmak istedi ama sokak ıssızdı ve ıssızlık ıssızlıkla giderilmezdi ki.. Sokak lambasına baktı ama o da sanki bunu hissetmişti ve bu yükten kaçmak istercesine birdenbire sönüvermişti. Sonra ayın beyazlığına sığınmak istedi ama ay da kör bir nazara uğramış gibi elinden düşüp kırılmış, tuz buz olmuştu. Bir tek sema kalmıştı kederi alacak ama sema da simsiyahtı. İki siyahlık birbirini nasıl ağırlayabilirdi ki. Sema da kederini kabul etmemişti ve semanın bu umursamaz tavrına çok içerlemişti. Belki de yanılıyordu. Belki sema siyahını hemen kabul etmişti ama  kederinin koyuluğu yıldızları siyaha boyamış, semayı karanlıkta bırakmıştı. Anlam verememişti bu karanlığa. 
Yaramaz bir çocuk gibi aklını çekiştirip duran kederi durduramıyordu. Çürümüş bir dua gibi hissediyordu kendini. Seher vaktine kadar ayrılmadı balkondan. Ezan okunmaya başlayınca bütün ümitsizliğiyle kederini ezana atmak istedi. Biliyordu sokak, lamba, ay ve sema nasıl kabul etmediyse, ezan da kabul etmeyecekti ama yine de deneyecekti. Tedirgindi, kırıktı, yorgundu; bu yıkılmışlıklarla fırlattı kederini ve bütün içtenliğiyle ezana verdi kendini. Ezan okundukça sanki o ağır yük, azalıyor, kederi kâinata boşalıyordu. Ezanın bitmesiyle kendini denizine kavuşan bir balık gibi hissetmesi bir olmuştu. Bütün içtenliğiyle almıştı ezan kederini... Ruhuna çektiği ezanı yanına alıp odasına geçti, abdestini aldı ve seccadesini açtı. Açtığı seccade değil, bahçeydi sanki... 
-Sevilay Meraler-

28 Mart 2012 Çarşamba

MAVİ ŞAİRLER

Amatör veya profesyonel hemen hemen her şairin, en az bir şiirinde maviye bir uğramışlık vardır. Bu meftunluğa, mavi ve mavinin laciverte kaçan bütün tonları dahildir. Güzelliğe, umuda ve sevdaya dair ne varsa, şairlerin yüreğiyle  maviye boyanmıştır. Mavi bazen yüreği, bazen umudu, bazen sevdasıdır şairin... Suyun, gözyaşının, sonsuzluğun ve tebessümün rengi yoktur.. Lâkin yağan her yağmur damlası, serçelerin gözyaşı, sonsuzluğun her yönü, yârin her tebessümü mavidir şairin gözünde. Maviyi gönül rahatlığıyla sahiplenen de onlardır. Hatta Orhan Veli'nin 'Dalgacı Mahmut'u gibi; biz uyurken onlar boyar gökyüzünü maviye.. 
Mavi en büyük ve en değerli servetleridir onların. Bir avuç elmas sunar gibi sunarlar maviliklerini sevgiliye.. Maviyi sunmak, özgürlüğü, sonsuzluğu, sadakati, ve şifayı sunmak demektir onlar için. Sevdiklerinin yüzüne baktıklarında mavi bir denize bakar gibi, mavi gökyüzüne bakar gibi bakarlar; gözlerine sinen o mavi tebessüm bu neden iledir. Yani mavidir sevgili.. Eşinin varlığını maviliklerle anlatır Behçet Necatigil ve eşine "Gökten düşen mavi ışık/mavi ışıklarda dünya" diye seslenir 'Mavi Işık' şiirinde. Yine Sıtkı Caney "Gülümse gülümse gülden yumuşak/bir deniz gözlerin uçsuz bucaksız/olsa da ufukta kanlı bir şafak/gel anla bu aşkı mavi gözlü kız" dizeleriyle  Layya'ya seslenirken,  şairin Layya' nın maviliklerinde nasıl kaybolduğuna şahit oluruz.  Hatta savaşın mahzun yüzü de mavidir şiirlerinde. Ataol Behramoğlu 'Bir Mavi Çiçek' şiirinde "Önce top mermileriyle dövüldü alan/tarandı sonra mitralyözlerle/bir mavi çiçek kalmıştı sadece/ama yoktu koklayacak kimse" dizeleriyle mahzunluğu yansıtmıştır gönüllere.

Kedere ve yalnızlığa sevdalı şairler, şair olmalarına neden olan bu iki sebep galebe çaldığında, yani siyahın boğduğu, kırmızının çıldırttığı zamanlarda, hemen o mavi mağaralarına sığınırlar. Beyinleri çöküntüye uğradığında mavi bir dize doldurur o boşluğu, uykularını gecenin duvarına astıklarında bir bardak mavi çayla keyife dönüşür saatler, ya da intiharın kıyısında  sanrılarıyla dolaştıklarında antidepresif bir şiir kurtarır canlarını. Yaşamak zonklayınca ruhlarında, bir şiir yazarlar; keser ağrılarını. Şairlerin ölümlerinin nedenidir mavisizlik. Cahit Sıtkı "Sözünde durmadı mavi gökler/gün kararıyor git gide ölüm" derken yaşamanın onun için mavi demek olduğunu nasıl da ortaya koymuştur. Anlamların rengi, aşkın yakıcı rengi de mavidir onlar için. Dağlarca, "Ağaç taşı anlamaz/gökyüzü mavi iken/ağaç susuzluğu anlamaz /gökyüzü mavi iken/ ben seni çok sevdiğimi anlarım/gökyüzü mavi iken" dizeleriyle sevdayı anlamayı maviye yüklemiştir. Karakoç, Mona'ya "Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı alev alev sardı her tarafımı/artık inan bana muhacir kızı" dizeleriyle seslenirken o yakıcı mavinin, şairi  nasıl etkilediğini yüreğimizle görürüz.. 

Bir şair, mavi bir sabah, mavi bir durakta, mavi bir yüreğe tutunarak, mavi bir otobüsle, masmavi bir yolculuğa çıkabilir. Mavi bir tebessümle, mavi bir yüzde kaybolabilir; hatta lacivertlerte boğulabilir. Şairler, bahar gelip de yürekleri ve yeryüzünü yeşiller bastığında 'bakın her yer masmavi' diyebilirler. Onları garipsemeyin ve bir de onların gözünden bakın dünyaya;  her yerin masmavi olduğunu siz de göreceksiniz.
- Sevilay Meraler-



23 Mart 2012 Cuma

MODERNİZME SATAŞMALAR/ Dinozor Yapışkanlığı

Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli yapan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'dır., Çünkü O, dilediğini yaratır; bilendir ve kudret sahibidir. -Rum/54-

Modern insanın şeytanın alıp götürdüğü ve satıp getirmediği aklı kayıplarda... Bulan olursa haber versin sevaptır!!

Modern insan aklını kozmetik malzemelerinde, estetik doktorlarında, ameliyathanelerde, güzellik merkezlerinde, mağazalarda kaybetti. Aklını kaybeden insan, ruhunu da kaybetti ve nihayet elinde bir tek nefsi kaldı. Onun da insanı nereye götürdüğü aşikâr.. 

Modernizm, insanı dünyaya yapıştırdı, ölümü unutturdu ve ona karşı direnmeyi aşıladı; ve dünyayı vazgeçilmez bir yer olarak gösterdi. Bu 'tek dünyalı' canlılar da gerçek anlamda akl etmediği için heba oldu. Oysa "ağaran saçlar, enerjisini kaybeden vücut ve kamburlaşan sırt ölümün habercisidir" der Hz. Ali. Saygıyla ve olgunlukla karşılanması gereken bu misafirler, artık modern insanın anti-misafirperver tavrı ve botoxlu tekmeleriyle kapı dışarı edilmiş vaziyette... Modern zamanın çarkları parayla, paranın varlığı ise ahmaklıkla çoğalır. Kozmetik endüstrisinin de ahmaklara ihtiyacı vardı ve fabrikalar kozmetik malzemeyle birlikte ahmaklığı da üretti hem de en 'tek tip' haliyle.. Kimyasal birleşenlerinde eriyen insan, ahmaklığı ahmaklıkla kapatmaya devam ediyor/edeceği olması can acıtıcı.. Lâkin fondöten, pudra ve stickler ahmaklığı kapatmıyor!

Dünyaya sakız gibi yapışan modern insan bu yapışkanlıktan ne zaman vazgeçecek bilmiyorum. Yaşlılığı kabullenmek yerine inatla direnerek varını yoğunu harcayan bu güruh, bu çılgınlığa ne zaman son verecek bilmiyorum. Bildiğim bir şey var o da; modern insanın hırsının doğurduğu hırsızlık, kıskançlığının doğurduğu kin, cimriliğinin doğurduğu bereketsizlik, ikiyüzlülüğünün doğurduğu yüzsüzlük, korkaklığının doğurduğu bencillik, cehaletinin doğurduğu boğucu replikler, dünyanın içindeki ateşin de etkisiyle  eriyip her yere yapışmış olduğudur. Dünya onlar ve doymak bilmez nefisleri yüzünden yapış yapış. Ayak basacak, nefes alacak yer kalmadı. Aynalara, koltuklara, bankamatiklere, objektiflere yapışmışlar. Modernizmin çarkında çiğnenip fırlatıldıklarından haberleri yok! Dünyanın en iyi ütüsünün bile açamadığı kırışıklıklarına için harcadıkları parayla yüzlerce insanın doyabileceğinden de.. 

Keşke nefisler de bedenler gibi yaşlansaydı da dünya bu 'dinozor yapışkanlığı'ndan kurtulsaydı; ama bu mümkün değil, çünkü sınavın en zor sorusudur nefis ve nasıl kullanılacağı... Oysa toprağa yapışmalı insan, ama sakız gibi değil, su gibi yapışmalı. O zaman kabul görür ve insan olur. Modern insan, modern dünyanın her yerine yapışabilir; iki modern ahmaklık birbirini kabul edip ağırlayabilir ama bilinmesi gereken bir şey var, 'sakız  toprağa yapışmaz..'  
-Sevilay Meraler-


18 Mart 2012 Pazar

MODERNİZME SATAŞMALAR/Kimyasal Hatıralar


ne çok acı var, ne çok hüzün..  
nereye baksam vaktinden önce başlamış bir tabut izdihamı... 
neye dokunsam ellerimde bir çocuğun kimyasal hatırası...




Atom bombası, patlamanın kontrolsüz çekirdek tepkimesi yoluyla sağlandığı bomba modelidir. Çekirdek Tepkimesi zincirleme ve çok hızlı gerçekleştiğinden ortaya devasa bir enerji açığa çıkar ve bu da patlama ile beraberinde şok dalgası yaratır. 

Hiroşima'ya atom bombası saldırısı, II.Dünya Savaşı'nın son aşamasında 6 Ağustos 1945 Pazartesi saat 08:15'te ABD'nin Uranyum-235 tipi atom bombası "Little Boy" (Küçük Oğlan) ile gerçekleştirdiği saldırı. Nagasaki'ye düzenlenen atom bombası saldırısı ile birlikte askerî tarihinde gerçekleştirilen yegane nükleer saldırısıdır. 1945 yılının sonuna kadar Hiroşima'da atom bombası saldırısından dolayı yaklaşık 140.000 kişi hayatını kaybetti. ABD önceden Japonların hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saatini saptamış ve saldırı saatini sabah 08:15 olarak kararlaştırmıştı.

Nagasaki'ye atom bombası saldırısı, ABD'nin II. Dünya Savaşı'nın son günlerinde Japonya'nın Hiroşima şehrine atombombası atması olayıdır. Bomba atıldıktan 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945 (Amerikan kaydına göre 10:58'de, Japon kaydına göre saat 11:02'de), Plütonyum-239 tipi atom bombası "Fat Man" (Şişko Adam, resmî adıyla Mark III) ile ikinci katliâmı gerçekleştirdi. Bu atom bombasıyla Nagasaki'nin toplam nüfusu yaklaşık 240.000 kişi içinde 74.000 kişi hayatını kaybetti ve binaların yüzde 36'sı tamamen yok edildi. 2007'te, Nagasaki belediyesinin resmî listesine göre, o an öldürülen veya daha sonra atom bombasının etkisiyle ölenlerin toplam sayısı 143.124'a ulaşmıştı 




Halepçe Katliamı, İran-Irak Savaşı esnasında El enfal harekatı denen askeri harekat kapsamında Kuzey Irak'ın Halepçe kentindeki sivil halka karşı zehirli gazlarla yapılan bir katliamdır. 6 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan sekiz MIG-23 uçağı tarafından Halepçe kasabasına bombardıman düzenlenmiştir. Katliam 16 mart 1988 tarihinde vuku bulmuş ve sadece resmi rakamlara göre 5 binden fazla kişi ölmüş 7 bin kişi yaralanmıştır. 

ACININ IRKI, DİLİ, DİNİ, COĞRAFYASI YOKTUR AMA HATIRASI VARDIR
Sevilaysevilay-

16 Mart 2012 Cuma

MODERNİZME SATAŞMALAR/MIR


Tadı mırdır bu dünyanın.. 

ne çok acı var, ne çok hüzün... 
neyi okusam kelimelerde derin bir yara; neyi yazsam satırlarda ruhsal bir travma... 
ne çok acı var, ne çok hüzün... 
nereye gitsem ayaklarımın altında depresif bir çaresizlik..
neyi duysam kulaklarımda bir yerel ağıt, bir beynelmilel çığlık... 
ne çok acı var, ne çok hüzün... 
neyi koklasam burnumda  barutun katliam kokusu... 
neyi tatsam dilimde şekere batırılmış kan ve bir yetimin korkusu...
ne çok acı var, ne çok hüzün..  
nereye baksam vaktinden önce başlamış bir tabut izdihamı... 
neye dokunsam ellerimde bir çocuğun kirlenmiş hatırası...
-Sevilay Meraler-

12 Mart 2012 Pazartesi

SEYYAH




Kahır, bir nehre düşer, bir de göğe... Ağıt, bir toprağa düşer, bir de seher vaktine... Zerreleri kâinata dağılır, sihrin, zeytinin ve incirin.. İflah olmaz yolculukların gönlüne düşer seyyah... Yol uzundur, yol sonsuz.. 
Vuslat, bir çöle düşer, bir de seraba..  Ütopyasını ören örümceğin izi kaybolur.. Çöller ayaklarına dolanır, ayaklarına dolanır yaşamak... Peçesini yırtar matemin, matemin gözünde paslı bir tuzak... 
Dua, bir yüreğe düşer, bir de düşe... Dirilmez bir ülkenin türbedarıdır artık  seyyah. Ölüm bir yakındır, bir  uzak.. 
-Sevilay Meraler-





11 Mart 2012 Pazar

AN/ILAR-MURPHY YASALARI VE ZIT ANLAMLI BİR PAZAR GÜNÜ


Edward A. Murphy Jr. ABD Hava Kuvvetlerinde 1949'da roketler üzerine deney yapan mühendislerden biriydi. İnsan üzerine ivmelenmenin etkilerini inceliyordu. Deneylerden biri pilot üzerinde 16 değişik noktaya akselometre takılması gerekiyordu. Sensör bir yapıştırıcı ile ancak iki türlü takılabiliyordu ve birisi 16 sensörün tamamını da yanlış takmayı başarınca Murphy çok kızdı ve bunun üzerine, daha sonra kanun olarak nitelendirilecek ilk söylemlerini bir basın toplantısında açıkladı. Zaman içinde pek çok kişi benzer terslikleri Murphy kanunu diye adlandırılmış ve kurallar anonim bir hal almıştır. Murphy'nin kanunlarına bazen günlük yaşantımızda rastlayabiliriz. Aşağıda bariz bir örneği mevcut :)) 

"Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir."


Samsun'da okuduğum dönemde değerli kuzenimin askerliğini yapmak için Samsun'a   geldiğini duyunca çok sevinmiştim. Kuzenimi hemen aradım ve bir haftasonu görüşmeye karar verdik.  Kardeşim kadar değer verdiğim kuzenime,  asker de olması hasebi ile, güzel bir gün yaşatmayı, çok istiyordum. Murphy1: "Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığı ile ters orantılıdır."

Ev sahibi konumunda olmam ve ablalığın verdiği anaçlık duygusu ile beynimde bir askere güzel bir şehir gezintisi yaşatmak için plan yaptım; çünkü onun zamanı kısıtlıydı ve kısa zaman içinde mümkün derecede verimli bir pazar günü geçirmemiz gerekiyordu. Gece saatimi ayarladım, kıyafetlerimi hazırladım ve kusursuz planım beynimde uyudum. Murphy2: "Kusursuz planlar kusursuz değildir" 

Sabah hazırlandım ve yurttan çıktım; yalnız bir şey vardı, öğrenci olduğum için çalınma ve kaybolma korkusuyla cüzdanımda fazla para bulundurmuyordum; ama bankada param vardı. Meydana varınca bankamatikten paramı çekecek, rahatça dolaşacaktık. Gelen ilk dolmuşa atladım ve iner inmez meydandaki bankamatiğe gittim; ama para çekemedim, çünkü makine kartı red ediyordu :/ Bu çok kötü bir durumdu:( Çok bozulmuştum. :/ Murphy3: "Bundan daha kötüsü olamaz dediğiniz andan başlayarak işler daha kötüye gider."

Yine de, belki bu makine bozuktur dedim ve Çiftlik caddesine çıktık. Kahvaltı salonuna gitmeden önce başka bir makineden para çekmek istedim ama o da ne! Makine yine para vermiyordu :/ Orada bulunan bir kaç kişi de para çekememiş sinirli bir şekilde homurdanıyordu. Ben de çekemediğim için moralim çok bozuldu, yanımdaki para azdı ve iyi bir gün için kâfi değildi. Kahvaltı yaparken bir yandan da kar kara  ne yapacağımı düşünüyordum; çünkü gidecek bir çok yer vardı ve bunun için daha fazla para lazımdı ve ablası olarak bir askere bir kuruş harcatmamalıydım. Sonra arkadaşımı arayıp para getirmesini isteyeyim dedim; arkadaşımı arayayım derken telefonumun şarjı bitti. !!:/  Bu sorunu kuzenime hissettirmemeliydim. Bir bahane ile telefon kulübesine gittim; ama yurdun telefonun ezbere bilmiyordum, telefona kayıtlıydı ama onun da şarjı bittiği için açılmıyordu. :/ Uzun bir zaman kaybından sonra bir şekilde arkadaşıma ulaştım.. O gelinceye kadar şehir merkezinde biraz dolandık. Meydanda fotoğraf çekmek istedik, ama ilk fotoğraftan sonra makine bozuldu :/ Murphy4: "Makinalar güvenilmezdir ama insanlar daha güvenilmezdir. İnsanın güvenirliğine dayanan sistemlere güvenilmez.

Mesafe uzaktı ve uzun bir zaman kaybından sonra arkadaşım parayı yetiştirdi; ama gün bitmek üzereydi. Geç de olsa her şey yoluna girmişti; fakat çok zaman azdı ve ancak bir iki yere uğrayabilirdik. Gün, hiç de planladığım gibi geçmemişti. :/ Murphy5: "Eğer kendini iyi hissediyorsan endişelenme, geçer!

Her ne kadar hayata olumlu gözle bakmaya çalışsak da zaman zaman bu tür aksiliklerle çokça karşılaşırız. Benzer aksilikleri yaşarım; ama 'her şeyi hayra yormak' gibi islamın bize kazandırdığı, nimet sayılacak bir bakış açısına sahip olduğum için dünyaya ait hiç bir aksilik canımı fazlaca sıkmaz. Çünkü şer bildiğimizde hayır; hayır bildiğimizde şer vardır; ama bazı aksilikler unutulmazdır :)
-Sevilay Meraler-










5 Mart 2012 Pazartesi












bismillah aşk için

kan ve göğerçin

isyan ve şafak için
ey ins ve cin

ey bütün zamanların yazgısı muhteşem keder

ey bütün zamanları koynunda saklayan görünmez sabah
yine seni bekliyor rebeze’de ebuzer
bekliyor birbirini tevbe ve günah
aşk için bir zafer
aşk için bismillah

ey bütün zamanların gizlediği kuytu yer

kalbimiz daha kuytu yine de sığar Allah
bir aşk için duada şimdi bütün melekler
şiirin şafağında güller açar bismillah
zaman parçalanmadan
parçalanmadan gökler
yine isyan zamanı
yine sürgün ebuzer

ey bütün zamanların emeği buram buram ter

ey bütün zamanları hüznünde toplayan aşk izi çöller
birazdan yenilenir çağrısı şehitlerin
geçer ışık hızıyla atlıları bedir'in
uhud'un hendek'in huneyn'in aslanları
yol göster ey ebuzer ey şehadet anları

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları

şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

ey hak intikam için yankılanan şiirler

ebuzeran yokluğun göğsüne güller taksın
ki tutsun karanlığın yakasından garipler
kuru ekmek ışısın binlerce ışık yaksın
allahuekber allahuekber
-Sıtkı Caney/Ebuzeran- Bismillah--

3 Mart 2012 Cumartesi

AN/ILAR-DÖLAPİ





Türkiye'de turistlerin ilgisini çekmek için sosyal mekânlara yabancı isimlerin verilmesi son derece yaygın ve kötü bir gelenektir. Benim için son derece nahoş olan bu durum, karşılaştığım her tabela sonrasında, bendeki rahatsızlığını yeniler. Bunun gereksizliğine sonsuza dek inanacağım herhalde.. 

Üniversitede okuduğum dönemde, bir haftasonu, arkadaşımla birlikte Samsun'un Gazi Caddesi'nde dolanırken, bir kebap salonunun 'Dölapi' yazılı tabelası fazlaca dikkatimi çekmişti. Bir kebap salonuna böyle bir ismin verilmesini çok gereksiz ve çirkin bulmuştum. Dakikalarca bunun anlamsızlığı üzerine konuşmuş, kendimce tepki göstermiştim. Anlamını bilemesem de Dölapi, Fransızca bir kelimeye benziyordu ve duygusal bir anlam taşıdığını düşünmüştüm.

Çünkü bu tür yerlere verilen isimler genelde insanların sevgi, aşk, özlem gibi duygularını harekete geçirecek yumuşak kelimeler olurdu. Örneğin lisede okuduğum yıllarda Mardin'de Cafe Monamour (Aşkım) vardı ve gençlik belki de bu ismin de etkisiyle bu mekâna çokça uğrardı. Dölapi'nin de buna benzer bir anlam taşıdığını düşünmüştüm.

Fakat bir arkadaşımdan bu kelimenin açılımının "Döner- Lahmacun- Pide" kelimelerinin kısaltılmış!!:)) olduğunu öğrendiğimde yüzüme İtalya'nın karmakarışık pizzası çarpmış, başıma Japon suşisi düşmüş, üzerime de Brezilya kahvesi dökülmüş gibi olmuştum. Duygusal bir anlam beklerken böyle bir adlandırmanın yapılmış olması beni hem güldürmüş hem de şaşırtmıştı. 

Bende küçük bir akıl tutulması yaşatan; görünüşü Avrupai ama aslı bizim gibi olan bu kelimenin her hatırlayışımda yüzümde bıraktığı mütebessim şaşkınlık hala sürmektedir. 
-Sevilay Meraler-