10 Kasım 2015 Salı

KIRMIZI AYNA



Kaliteli bir küfür ile kalitesiz bir iman arasında sıkışıp kalmışız Rabbim, bütün iddialarımız şaibeli. Amellerimizin faili meçhul! Amellerimizin faili meçhul! İman, bedenlerimizde aşikâr evet, ama ya ruhlarımızda manzara nasıl? Bu kaçışlar, saklanışlar, oyunlar... Maskelenen her anımız, kanımızda dolanan şeytanı saklama gayretinde.
  Hayır inanmıyorum, ne bize ne de temiz gibi görünen kirli dünyamıza. Nietzsche'nin dediği gibi: "Derin görünsün diye bütün sularımızı bulandırmışız." Biliriz ki korkusu olmayan balıklar berrak nehirlerde yüzer, biz balıklar kadar da cesur değiliz! 

Her günahın iki yüzü, fakat bir rengi vardır. Hangi yüze baktığımız yine bizimle alakalı. Ademle Havva gaflete düştükleri saliselerde renkleri kırmızıydı, bizim ise bütün saatlerimiz... Tövbenin kızılına ise henüz erişemedik! Öyle alıştık ki Rabbim ucuz yaşamaya, artık modernizmin bedava dağıttığı lenslerle bakıyoruz dünyaya.  Aynalarımız da kızıla boyandı. Dahası, onlara her bakışımızda onların da fıtratını bozduk, tıpkı kendi fıtratımızı bozduğumuz gibi...  

Monitörler, klavyeler, ekranlar kırmızı. Mağazaları talan eden sosyetenin parası, makamları kendisinin sanan adamların yüzü, Sen'in adına rantlarını katlayanların elleri kırmızı... Sen'siz merhametliler de var bir de, ikinci el eşya gibi boyanmış olmayı iyilik zanneden... Dahası, Sen'sizler daha kırmızı. 


Dünya nasıl bakarsan öyle görünür demiş büyükler. Misal, Mutasavvıf Sümbül Sinan: " Bir pazara gittim; kapısı gül, dirhemi gül, alanlar gül, satanlar gül diyerek kâinatı gül gibi gördüğünü söylemiş." Büyük ihtimalle o güller de kırmızıymış. Heyhat ne kadar uzağız o gül bahçesine! 


Sen varken başkasına, Sen'in sözü varken başka sözlere, Sen'in ellerin varken başkalarının ellerine koştuk. Oysa Sen'i bir kere anlayanın, hiç bir limanda sevgilisi kalmazmış! Öyle diyor anlayanlar. Bütün kitaplar Sen'i anlamak için okunur doğru fakat imanımızı kitaplara öyle endeksledik ki Rabbim, belki okuyan olduk fakat inanan olamadık! Çok kitap okuduk, evet ve fakat Furkan'ını unuttuk. Bu yüzden helal ve haram alaca renkler gibi iç içe girdi. Bir de ne çok caka sattık Rabbim!  Fakat her zamanki gibi her ayetin, cakamızı boşa çıkardı, bağışlaHırsımız kırmızı, öfkemiz kırmızı, aynamız kırmızı... 


Bu siyah rüyalar da hakkımız, vesselam.


Sevilay Meraler



14 Ekim 2015 Çarşamba

CEZBE




Büyük günahkârlarız Rabbim. Bağışla! Azametini, aczimizle örtmeye çalışalı, katrankarası akrepler zehirliyor toprağı, bizi... Şeytanın cezbesine kapılmış ruhlarımızla  kurduğun düzeni kurgularımızla kurcalıyoruz. Tamir edilsin derken bozulmuş bir radyo gibiyiz, seslerimiz yerin altına dağıldı parçalarımız birleşmez artık!

Artık hiç bir köprü geçecek kadar sağlam değil, hiç bir yolun bizi yutmamasından emin değiliz. Manzarasına daldığımız deniz, bizi her an ahtapot gibi sarıp içine çekebilir, tatlı bir şarkı gibi esen rüzgâr, hortum olup bizi boğabilir ve güneş her an kemiklerimizi eritebilir. Klorla zehirlenen melekleri görünce ürpermiyor yüreğimiz, başka söze ne hacet! Yağmur beklerken insan parçaları yığılıyor kucağımıza, biz ölümden kaçtıkça cesetler vuruyor kıyılarımıza. Artık hiç bir kıyı serinletici değil!

Büyük günahkârlarız Rabbim. Bağışla! Uzuvları kopmuş bir neslin protez parçalarıyız artık! Ruhsuz, mekanik ve müşabih. Seni artık makıneler anıyor. Telefonlarımızda okunan ezanın cemaatiyiz artık. Online zikirlerle kemâle ermeye çalışıyoruz. Bir gözümüz ekranlara dalarken, melekut aleminden bahseden dillerimiz, düğümler atıyor kalbimize. Nefsi emmareden nefsi levvameye geçmek için asansörler bekliyoruz!
Fikir matik, zikir matik, yürek matik...

Büyük günahkârlarız Rabbim. Bağışla! Acılara farklı elbiseler giydirdik. Tesettürlü ve tesettürsüz acılarımız var artık. Tabutlarımız da rengarenk, dünyayla renk ahenk! Etlerimizin rengi aynı ama bizler mora, maviye düşkünüz; kırmızının modası hiç geçmedi zaten! Yüzülen derilerimiz sefih bedenlerimizi yamar mı? Hayvanlarla, bitkilerle insanlığımızı takas etme fırsatını verseydin keşke diyorum fakat  unutuyorum. Sen, Erhamerrahiminsin! O masumlara kıyamazdın biliyorum. Bu küçük aklımı da bağışla, bu ihtimali düşündüğü için!

Büyük günahkârlarız Rabbim. Bağışla! Hepimiz, geleceğe sahte yüzlerimizi bırakacağız. Fotoğraflarımızda biz bile bize inanmamakta! Karanlık odalarda yıkanan yüzlerimiz, neden aydınlığı çağırsın ki? Şimdi bizler hayâdan utanmayan yanaklarımızı allıklarla kızartmaya, feri sönmüş gözlerimizi parlatmaya ve nuru kalmamış yüzümüze fondöten badanası yaparak nurlandırmaya çalışıyoruz. Fotoğraf düzenleyiciler de oldukça iyi! Bu düzmeceye, bu kurguya hangi nesil inanacak ki? Sahte parayla alınmış, sahte altınlar gibiyiz. Aldatan, aldatılan, aldanan...

Güzel cümleler kurmak, bizim evreni anlamamız kadar imkansız artık!  Attığımız kahkalarımız kurusun!


Sevilay Meraler

5 Ekim 2015 Pazartesi

ASUMAN





İçeride bir şarkı var; tınısı göğe bakıyor. Dışarıda korna sesleri, telefon zilleri, mağaza müzikleri ve türkülerin barları var. Seslerin hepsi yere bakıyor.

İçeride bir şarkı dinliyorum, asumana sesleniyor. Klipteki ihtiyar adam yağan yağmur altında göğe bakıyor. Yağmurda rahmet, adamın yüzünde ziya görüyorum. Bir damla yağmur yağınca şemsiyelerine sarılan bizlerin aksine adam, melekleri semada görmüş gibi bakıyor yağmura yani bizim hiç bak/a/madığımız gibi... Aklıma Zarifoğlu'nun “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.” cümlesi geliyor. Bizler... Kalbi kirliler... Bu yeryüzü cinnetinde inanılmaz bir dirayetle, ruhumuzun iyi halatlarına tutunarak, aklımızı şeytanların girdabından korumaya çalışıyoruz. Muvaffakiyetsizliğimiz ortada... 


Şarkının bir yerinde,: "ey asuman senin bulutundan akan yaşlar  artık deniz olmuyor" diyor; gamımız gamın değil... Neden olsun ki diyorum, neden? Bunca nefis hengâmesi içinde, âmâ kurtlar gibi birbirimize saldırıyorken asuman neden bizimle aynı gamı paylaşsın? Neden rahmete zahmet diyenlere merhamet göstersin ki? Artık ancak ve ancak vinçlerin kaldırabileceği günahlarımız var, en mübarek vakitlerde altında ezildiğimiz... Kasırgalar ihramlarımızı uçuruyor. Adem'den daha çıplağız artık. Ayıbımızı oteller mi örtsün?


Tüm insanlar gariptir ama bizim gibi değil diyor şarkı, garipliğimi garip görenlerin diyarından bakıyorum kendime. Ne kadar da gelişmemiş! Kriterlerim hepsinin en dibinde! Yine "hiç kimsenin kalbi bu kadar yalnız kalamaz" diyor şarkı, yetim bir çocuk badiyelerde nasıl kayboluyorsa öyle kayboluyor kalbim, yaşadığımızı sandığımız yüzyılın bu kesif ışıksızlığında. Kronometresi yok bu hüznün, lâkin bir kaç garip görüyorum benle aynı alemden, gülümsüyorlar... Kalbime mentol kokulu şelaleler akıyor.


Herkes, kaldır artık tüm aşk gamını yar ayrılığından diyor şarkı. Bana da zaman zaman söylüyorlar bunu. Hayat dön! Gerçeği gör, çık masallardan! diye... Kıyıya vurmuş bir denizanasına bakar gibi bakıyorum bu kelimelere. Bu cümleler de diyorum, en az denizanaları kadar eski ve fakat sevmek için dokunanı yakan... Rahman'a şükürler olsun ki dokunmadık omurgasızlara! Aşksızların sitemi, güneşe perde çekip, mum ışığında oturan adamlara benziyor. Gölgesi bile cılız!


İnsan, böyle bir şarkıyı dinleyip dua eder mi? Eder!


Ya Rahman! Asumanın gözyaşlarını denizler gibi düşür gözlerimize!

Ya Rahim! Kanlı kalplerimizi yağan her damla yağmurla yıka!
Ya Nur! Işıksızlığımıza....



Sevilay Meraler


20 Eylül 2015 Pazar

ADEMİN TARLASI

Oysa bir ceylanın yüzüne bir kaç damla yağmur serpiştirmeye gelmiştik
ve bir kumruyu güneşle uyandırmaya...


Şirret uyanmamıştı henüz. Henüz, kanın kokusunu ve dokusunu tatmamıştı dünya. Hırsın kökleri toprağa bağlanmamıştı. Her şey ait olduğu renge ve yere sabitlenmişti.

Gün şaibesiz doğup, şaibesiz batardı. Hiç bir yağmur tanesi bir zalimin yüzüne düşmemişti ve henüz acımamıştı yüreği salt bu zorunlu sebep ile...

Toprak münezzehti, asuman safi...

Kargaların duyuları körelmemiş ve herhangi bir naaşla karşılaşmamıştı gözleri. 
Kazdıkları hiç bir mezarda çiyanlara rastlamamışlardı.

Adem'in elleri, denizden çıkmış beyaz bir balık gibiydi, kalbi de... 

Şeytan ayağına çelme takalı, çamura/kendisine düşüp kirlenen kalbi yeni yeni aklanmıştı. 
Ektiği bütün tohumlar kısa bir süre sonra filizlenip, buğdaya dönüştükçe ve tadı aynı olunca bütün buğdayların, yeni kalbiyle daha ümitvar bakar olmuştu toprağa.

Bütün yorgunluğunu taşlara emanet etmiş, büyük bir metanetle mülteci bir vakte sığınmıştı. 

Bir gülibrişimle bitmez tükenmez hasbihâllere dalarken, dünyanın, az ötesinde duran o zülfüarus gibi hep halis kalacağını düşünmüştü.

Fakat uzun sürmemişti bu kutlu merasim.

Bir gün, safi tarlasının, safi buğdayından yediği ekmeğin kekremsi tadıyla gerildi.

Dudağının kenarında, bir şebnem tanesi gibi dünden kalan tebessümü yere düşmüştü. 
O şebnem buralı değilmiş, anlamıştı.

Tarlasına koştu, cihanın yazgısı kelime kelime düşmüştü toprağın üstüne. 
Kırmızı  mürekkeple yazılmış cümleleri okumuştu. Bilmek, ilk defa acıtmıştı canını.

Sonra bir saika düştü dünyaya, bir vaveyla ruhlara ve bir ağıt rüzgara...

Taşlar çatladı, ekinler çürüdü, sular küflendi.

Hep doğumlara şahit olan Adem, Kabil'i gördü, elinde Habil'in cesedi... 


Sevilay Meraler




27 Temmuz 2015 Pazartesi

21 GRAM




Bir ömür diyorum, yanıtı hiç bulunmayacak sorularla cedelleşerek geçiyor. Fakat bu çetin savaşın mağlubu hep o sorular oluyor. Zavallı insan... Öğrendikçe donuk bir kuş cesedi gibi bakıyor hayata. Elimde bir kitap var. Bu kitapta bir çok  kahraman var hemen hemen hepsi ölü. Ben en çok şeyhin fikirlerine kulak kabartıyorum. Çünkü hayatı yaşarken ölen birinden dinlemeyi, yaşamadan ölen birinden dinlemekten daha çok seviyorum. Çünkü nefes aldıkça muğlaklaşan bir beynimiz ve nefes aldıkça sislenen gözlerimiz var, ruhumuzun nefesi ise tıkanmış! 
Emaneti emin olana bırakmak gerekir diyorum ve emin olmak cümlesini bir sandığa kilitliyorum. Okuduğum kitabın ölmüş kahramanı da beni destekler nitelikte bir cümle kuruyor: "Ben küçükken kısa bir süre olsa da saadeti yaşardım lakin daha sonra olanları görünce saadetten şüphelendim" diyor. Ben de saadetlerimizden şüphelenmenin vakti gelmedi mi? diye soruyorum.

Bizler koca bir yanılgıya inanıyoruz ve doğruluğundan emin olduğumuz her kavram biraz sonra ölecek olan bir adamın eli gibi bizi yalnız bırakıyor. Bizlere gelecekten bahsederken  hep umut dolu cümleler kurmayı öğrettiler. Her ne kadar ortaya, tünelin sonundaki ışık, gelen bir trenin farı olabilir gibi olumsuz ihtimalleri barındıran cümleler atılsa da bizlere, ışığın varlığına hep inandırdılar. Oysa kitabın diğer ölü kahramanı: "Gelecek, insanların içinden bir ışık fışkıracağını bekledikleri bir karanlıktı faniler için." diyor. Ben de, sahi ışığımızdan kaç karanlık çıkardık? Farkında mıyız? diyorum.

Zaman faslı düşüyor sonra kitaba. Meczubluğa, ölüme ve zamana ilgimdendir zahır, cümleler, gözleri parlayan bir tilki gibi çekiyor dikkatimi. "Sen durursan ve zaman yürürse ölüyordun, sen yürürsen ve zaman durursa deliriyordun" diyor ölülerden biri. Ben durmuştum ve zaman yürüyordu. Demek ki ben de ölülerden sayılabilirim diyorum kendi kendime. Lakin bu delirmekten daha cazip geliyor! Durmanın kötülüğüne inanmayanlardanım. Şeyh de tekkesinde hep durdu. Fakat yürüyenlerden daha fazla hayat doluydu. Hayat bir bekleyiştir diyordum ki kitaptaki şu cümle yüreğimi ağzıma getiriyor. "Bekleyişteki bilgisizlik korkunçtur." Evet itiraf ediyorum, korkuyorum!

Bu derin bekleyişte, dursam bile kazalara uğruyorum. Misal son derece durgun bir göl gibiyken mutluluk gelip çarpabiliyor ve bu sarsıntı deva olup yaralarımı sarabiliyor ya da keder, mutluluk çığlıkları atarken çığ olup üzerime düşebiliyor.  Bir ölü şunu söylüyor: "Büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak, derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkânsızdır; taşınması zor bir azabın altında ezilen insanlar, bazen büyük bir mutluluk ihtimali kapılarını çalsa da o kapıyı açacak gücü ve cesareti kendilerinde bulamazlar, hatta sessizce durup kapılarını çalan bu beklenmedik yolcu gitsin diye beklerler; kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir. " diyor. Galiba benim bu cümleye asla itirazım olmayacak! Hele bir de "Kader onları öyle bir biçimde bir araya getirmişti ki birinin mutlu olması için diğerinin mutlaka mutsuz olması gerekiyordu."cümlesini görüyorum. Ben hangi mutluluğum mutsuzluğu ya da hangi mutsuzluğun mutluluğuyum acaba diye sormadan edemiyorum. Kitabı ürkerek elimden bırakıyorum. Balkona çıkıp hava alıyorum. Soluklanmak çoğu zaman iyidir!

Bir ara günahı konuşuyor şeyh: "Bazen insan Allah'tan bile saklanmak  ister, bunun günah olduğunu bile bile... İşte imtihanı böyle anlarda kaybederiz." İddialarımın tersine yaşayan kahramanlardan biri "Günahı herkes biliyor bu yüzden hepimiz sevabı arıyoruz." diyerek beni şaşırtan bir cümle kuruyor. Ben de fakat neden bulamıyoruz? diye soruyorum ama mösyö beni duymuyor.

Sıra ölüme geliyor. Asker kahramanlardan biri, şeyhle ölümü konuşuyor. Şeyh: "Dünya, bir sonsuzluğu taşıyamayacak kadar küçük, ne bu dünya ne de bu dünyanın üstünde yaşayanlar sonsuzluğa bir mana katamaz, buna kudreti yetmez. Fakat vaktaki terk-i dünya eder, başka bir aleme göçeriz, orada işte belki bitmeyen bir hayatın bir mana kazandığını görürüz ama burada değil. Burada güzel olan, güzelliğini bir sonu olduğuna borçludur." diyor. Fakat ömrü savaşarak, öldürerek geçen asker bu cümleleri tasvip etmiyor. "Şeyh belki ölümün hayata bir mana, hatta güzellik kattığını söylüyordu ama o güzelliğin, o mananın bir müsademenin ortasında genç çocuklara nasıl geldiğine hiç şahit olmadı ki, parçalanmış vücutlar, akmış gözler ve inleyen askerleri hiç görmedi ki. O belki hayatı, ölümden sonrasını ve ahireti biliyordu ama ölümü biz biliyorduk, biz gördük. Doğrusu ya, ölüme hep şaşırdık hiç mana atfetmedik, ondan bir mana göremedik" diyor. Yine bu ikilemn sancısı giriyor beynime. Vahşet, manayı güçlendirir deyip duranlardanım oysa. Yoksa tam tersi mi oluyor? Hayır, düşünmek istemiyorum. Ölümü bayağılaştıran vahşetle bizi sınama Rabbim diye dua edip susuyorum. Çünkü gücüm yok bu bilgiyi öğrenmeye! Ben de mana katıyordum, ben de görünene ilgi duymuyordum. Bu bir hata mıydı bilmiyorum fakat şeyh yine beni destekliyor: "Görünmeyen bir kudrete inanmakla hayatını geçiren biri, görünmeyi çok önemli bulmayabilir diyor. 

Kitabı okumayı bırakıp insan olmanın ve düşünmenin o anlatılmaz vakarını ve yorgunluğunu yaşarken, bir film seyretmek istiyorum. Fakat hayır bu müthiş bir tevafuk! Düşünmek peşimi hiç bırakmayacak! Filmden yeni bir şey öğreniyorum. Ölen her insan, 21 gram eksiliyormuş... 


Sevilay MERALER









25 Temmuz 2015 Cumartesi

EN KÖŞEDEN


Yok insanlar ağaçlar kadar sabırlı değil!
Kök salmadan meyve istiyorlar.
Mevsimler kapıya uğramasın,
Toprak yüzünü yıkamasın istiyorlar.

Yok diriler ölüler kadar sabırlı değil!
Sura üflenmeden cenneti istiyorlar.
Yedikleri yılan ekmeği, yattıkları yılan yastığı...
Hayat, kalleştir bilmiyorlar.

Yok insanlar rüyalar kadar zeki değil!
Saçlarının dibinde saklanan geçmiş, geçmiş sanıyorlar,
Şairler öyle söylemiş.
Gün kızıl bir güle döndüğünde anlayacaklar,
Vakit, geçmiş...
Sevilay MERALER

4 Temmuz 2015 Cumartesi

OKUDUNUZ MU?




Eski bir firuze taşının çatlağındaki o siyaha çalan mavi bir çizgi gibi akıyor hayat. Munis bir keder ve mecnun bir sevinçle... Ebedi bir sürüncemenin hükmünde esiyor bütün rüzgarlar. Seyrine dalıyorum...

Her bakışımda bilincimi biraz daha genişletip kaygılarımı teskin ederken, soluk bir cümlenin o kayıp renginde buluyorum kendimi. Biri, okudunuz mu? diye soruyor. Ben içimden varoluşu mu diye soruyorum; o, hayır aklın gerçekliğini diyor. 

Bu, kadim bir minarenin tepesinde gökle fısıldaşırken yerde aniden kopan bir debdebeli bir şamatanın içine düşmeye benziyor. Dünyanın o adi çıplaklığına ukbanın mestur gözleriyle bakıyorum. Nasıl demeli, yani kelimelerin kifayetsizliği gibi bir gerçek var. Her ne kadar olumlanılmasa da... İnanılması ve anlatması ve dahi anlaşılması zor bir vaziyet... Kimselere bir şey diyemiyorum.

Aklın o en anlaşılmaz sanılan yollarını kalbimle aştım aşalı küçümser oldum cümleleri. Cümlelerin de bedenleri ve dahi dilleri vardır desem? Dili yalan söylerken bütün bedeni doğruyu haykıran ahmak bir adam gibi cümleler de kendini ele veriyor desem? Biliyorum inanmayacaksınız. Biliyorum, o filozofların anlaşılmazlığı kadar kutsanmayacak sualim. Fakat bunu önemsiyor muyum? Elbette hayır! 
Yani biri çıkıp da anlıyorum dese, cevabım yalnızca şu olurdu: Lüzum etmezdi! 

Zira insanları terk edeli çok oldu.... 

Sevilay Meraler


29 Mayıs 2015 Cuma

ERMİŞ

Ben bu dünyayı üstümden çıkarmalıyım. 

Elimde bir şiir kitabı var, kağıdı ukbadan yapılmış. Mürekkebi o mübarek anlamın renginde. 

Dervişim, dünyaları taşırım cebimde
Hayat bir elimde; ölüm diğerinde... diyor şair.*


Yağmurun o ince serpintisini beklerken doluya tutulmuş bir çiçek gibi ürküyorum bu mısralardan. Kendimden taşıyorum. Derviş değilim diyorum, çok uğraştım ama olamadım. Oysa ne çok isterdim yağmurlarımın bembeyaz bir gökkuşağını doğurmasını. Hem dünyalarım da yok benim, ceplerim de... Engin bir evrenin elgin bir garibiyim. Rengini kaybetmiş bir tavuskuşu gibi kalakalıyorum bu âlemde.

Beni bir ermişin rüyasından kaldırdılar
Üstüm başım nur. 
Allah'ım. 
Bu şeytan nefsime dikilen tüy mü? 
Dervişin örsünde demir mi? 
Dünya bir ejdeha, yalan. 
Atıyorum asamı 
Yutuyor yalanlarını dünyanın,
Yoluyorum nefsimi 
Ve yutturuyorum asama tüylerini bir bir diyor diğer şair.*

Taşların altında kalmış bir filiz gibi gömülüyorum yağmursuzluğuma. Beni bir ermişle tanıştırmadılar ki hiç! Üstüm başım da zîfıri karanlık zaten. Hem asam yok ki yılan olup, yalan yutsun. Ben asa oluyorum ve ben yutuyorum yalanları ve ben kalbimin örsünde eziyorum ejderhaları.

Neden böyle bir kıyas yapıyorum bilmiyorum. Eksikliğimde uğuldayan o tufandan olsa gerek. Dünyayı nasıl taşıdığımı sorguluyorum. Bu dünyayı diyorum, emanet alınmış bir elbise gibi taşıyordum üstümde.. Aynaya her bakışımda biraz daha usanıyorum kendimden. Dar geliyor bu elbise, yakışı durmuyor, rahat nefes alamıyorum, rahat yürüyemiyorum. Üstelik o kadar dar ki beni olduğumdan mülahham gösteriyor.  Oysa küçümen bir varlığım var benim, gövdem, zübde genişliğinde... Hatta Afrikalı bir çocuğun derisiyle kemiği arasındaki mesafe kadardır, varlığımla yokluğum arasındaki uzaklık.  Her seferinde hodbin bir tavırla, bu elbiseden kurtulmak istiyorum. Fakat ne onu yırtıp atacak kadar onun malikiyim ne de çıplak dolaşacak kadar da hâyasız... Hem tırnaklarımı elbisemi yırtacak kadar uzatmadım ki hiç! 

Sonra O'na verdiğim söz geliyor aklıma. Bela! demişim bir kere. Sözüm, yapışkan bir gölge gibi kapatıyor ağzımı. Susuyorum. 

Rahatlamanın daha soylu yollarını arıyorum, terzilere uğruyorum, hiç biri elbiseme müdahale edemiyor. Ne kumaşımı yamayacak benzer bir kumaş var ne de potlukları kapatacak ip. Uzun ve geniş zamanlardan geçiyorum. Attığım her adımda biraz daha daralıyorum. Bu zahmetli arayış, nefesimi kesecek sanıyorum. Bir aynacının önünde duruyorum ve bir sedayla duruluyorum. "Allah'ı bulunca kendini unut" diyor bir meczup. O an elbisemin içinde eriyorum. 

Anlıyorum... Er/mişler de  maksada, böyle eri/yerek eri/yormuş... 


Sevilay Meraler


Şairler: *Erdem Beyazıt
               *Erdal Çakır




18 Mayıs 2015 Pazartesi

KIYIM

Ömür, kıyımlar toplamıdır... sm



nsanlar kıyıcıydı, kitaplara kaçtım, demiş Cemil Meriç, sanki kitaplar çok merhametliymiş gibi.  Kitaplar da kıyıcıdır ve insan bir ömür kıyıcılar arasında gider gelir. Sahi, kim kitaplara kaçıp mutlu olmuştur ki? 

Kitapların ön sözünden sızan o mâkus mevsimlerin kokusunu almayan veya sayfaları her çevirişinde ayrı bir dünyanın ağıdını duymayan var mıdır? 

Zaman denen dikenli tarlada yürüdükçe kanlar içinde kalan bir ceylandır insan. Mutluluğu aradığı anda kaybeden,varoluşsal acılarla donatılmış bir vadi rüzgârdır. Kaçışlardan medet uman, fakat her kaçışında ayrı bir ölümle karşılaşan muhacir bir kuştur. Kaçar insan... İnsandan kitaba, kitaptan toprağa... Merhameti arar.

Merhameti bulayım derken, ayağı bilmeye takılır ve o artık bir tutsaktır. Okudukça tasalanır insan. Lâkin, kitapların sonu gelir de tasaları sonu gelmez. Lanetlenir. "Bilmek lanetlenmektir" demiş Adorno. O lanet, bilenleri sarmış gibi... Yoksa, yerden biten otlar gibi çoğalan bu mutsuzluğun nedenini neyle açıklayabiliriz ki? 

Bilmek, insanı yakan bir ateştir bazen. Zweig Kleist'in hayatını anlatırken, ünlü filozofun "Beni her şeyden önce bilmek denen şey iğrendiriyor" cümlesini, "kitaplarından yükselen korkunç bir alev "olarak tanımlamıştır. 

Kitaplar... Üzerine yeryüzü düşmüş bir adam gibi ezebilir insanı. Apansız karşılaşılan bir cümle, insanı cendereler vadisine sürükleyebilir.

Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diyen Pamuk, kim bilir ne cümlelerle karşılaştı, hangi paragrafları hayatındaki değişime şayeste kıldı bilemeyiz. Fakat bu cümlenin bir çok kişinin gerçeği için kuşku götürmez bir gerçek olduğunu kabullenmeliyiz. 

Değil mi ki kelimeler, gözlere kazınan kıyamlardır.

Kâinatı okumak da aynı hüznün yarasıdır. O vâsi deryalardan yükselen nidalar, yazarların figanlarından az değildir. İnsanı çepeçevre kuşatan o ağıt,  bir cani gibi takılır hazların başkentine. 

İnsan... Bir gölge çiçeği. Karanlık bir şakayık. Işığını gövdesiyle engelleyen bir varlık ve kimsenin gölgesi kendisinden uzun değil!

.../
bendim kendimde bir yara
büyüdüm kanaya kanaya

günlerin sargısı sarmaya
yetmedi, -hayatın eczası
bir ceza gibi ve ezâ...
habis bir sonbahar
geldi, yerleşti
oraya, buraya

diyor şair. Nedeni ne ola ki? Bir şair, ömrünün sonbaharında neden hayatı bir yara olarak görür ki? Kitaplar, ona kıyamadığı için mi?

Bilmenin, ruhuna simetrik kesikler attığı şairlere, bilmenin girdabında boğulan yazarlara, düşünmeyi cüzzamlı bir sevgili gibi sevenlere selamla...

Sevilay Meraler


Şiir: Hilmi Yavuz




13 Mayıs 2015 Çarşamba

FERHUNDE

Kendini yutan bir yılan gibi yutuyoruz kendimizi, 
imanımız zehrimiz, imansızlığımız zehrimiz... sm


Sensizlik Rabbim, onulmaz bir yara gibi gelip oturdu şah damarımıza. O en yakın yolların gevherine, çiyanlar dadandı. Tiryakı olmayan dişlerin izleri kaldı kalbimizde. 

Mavisi fersiz bir deniz gibi baktık gökyüzüne. Kısır topraklarımıza, erdemler ektik. Meryem'in bedenine indirirken taşları, İsa'yı doğuran gerçeğe, nisyanı bürüdük.

Masum bir zübde ile yarattığın tinimiz, sensizleştikçe kabuk değiştirdi ve  her kabuğun yerini daha şirretli bir kabuk kapladı. Nurumuz vardı, narımızla devşirdik.

Derken yürüyecek yolumuz, akacak nehrimiz, tutunacak dalımız kalmadı. Seninle doymak varken kıtlıklarda kaldık. Önce birbirimizi yemeye kalkıştık ancak kalpler kaviydi ve birinin zehri diğerinin zehrini mağlup etti. Avımız kalmayınca, gövdemize dadandık. Kendimizi çiğnemeye başladık, kanata kanata, acıta acıta yedik ve yana yana sindirdik her bir parçamızı. 

Şimdi dişlerimiz, kalbimizin sınırına dayandı. 

........

Zarif bir dokunuşla yarattığın kadınlar vardı, 
Merhametsizlerin barınağında yetim
Gövdelerine kıygı mühürlenmiş, mazisi yitim...

Ferhunde bir yaşamı düşlerdi, imgesi kadim...

Ah... 
Ellerinde masal büyüten Havva...
Bunca çıyan içinde hangi kahramanı büyüteceğini sandın? 

Ah...
Kovuklara sürülen Rabia...
Bunca yezit içinde hangi gaybın kadını olabileceğini sandın?

Ah...
Tankların çarkında ezilen Rachel...
Bunca demir içinde hangi taşın acıtacağını sandın?

Kalbi narkozlular sarmış evreni hatunlar. Esrik bir ağızla konuşmaktalar. Mestur bir ifritin mekanıdır ruhları.

Şeytanın kurbanları mübarek taşların üzerine uzanmış, iblisin emrini beklemekte...

Kanınızı alın, muskalara sarın ve göğsünüze asın hatunlar. Sarın ki varlığınız, tiranların coğrafyasında yaşayabilsin.


Sevilay Meraler 















28 Mart 2015 Cumartesi

KÖRLÜK





körelebilir insan,
bir kelebeğin peşinde koşarken
ya da tutmak isterken denizi.


sağırlaşabilir, 
kalp atışlarını dinlemek isterken evrenin.

olmazları oldurabilir insan.
misal
kuru bir yaprağın tadında yaşayabilir baharı
veya
geçirebilir kışları bir güneşin ardında.

kendini başkasından seyredebilir
ya da
yüzünü toplayabilir dağıttığı yerden

bütün olasılıkları bir boşluğa doldururken
saati ve cetveliyle yalnız kalabilir

körelebilir insan
kör bir cümleyi okurken
ya da ...


körlük de kaderden...


Sevilay Meraler