10 Aralık 2014 Çarşamba

YAŞAMAK


Kırılıyoruz ya bir kere en körpe yerimizden, yaralanıyoruz ya gözlerimizden, ondan sonra her şey daha iyi olmuyor. Hüzün, mıknatıs gibi yapışıyor kalbimize ve dünyanın bütün hüzünlerini çekiyor kendine.

Bir ömür kalbimizden tuhaf ağrılar, göğsümüzden ise ağırlıklar eksik olmuyor. 
Mevsimler bile gürültülü patırtılı geçiyor anlayacağınız.

Kıstırılıyoruz ya bir kere en özgür yerimizden, ondan sonra hiç bir şey kollarını açarak gelmiyor yanımıza ya da gelse de biz kollarımızı açamıyoruz.

Vuruluyor ya bir kere annemizin elleri tek kurşunla, ondan sonra  hayat hep soğuk yemekler koyuyor önümüze.


Sonra karşımıza bir sürü insan çıkıyor. İnsanlar... Ahh kalp ağrısı insanlar... Ya celladını sevenleri rast geliyor ya da çiçekleri imbiklerde kaynatıp  gözyaşlarını şehvet için sürenleri...


Sırtımızda çınarlar büyüyor, ellerimizde ekinezyalar açıyor. Ruhumuz kaos istilasına uğruyor. Uğruyor da aldırmıyoruz.

Yalnızlık yazılıyor sonra ayaklarımızın tabanına. Sonra gittiğimiz her yer gurbet oluyor ve her şehirde farklı bir yalnızlığın izini bırakıyoruz.


Kitaplar düşüyor hayatımıza sonra, okuduğumuz her kitap keder kırıntılarnı konfetiler gibi başımızdan aşağı serpiyor. Okudukça acımız artıyor, okudukça gözlerimiz kanlanıyor, okudukça dağılıyoruz. Fakat yine de bunu düğün dernekten sayıyor bir de keyifleniyoruz. 


Yani İbrahim Çolak'ın dediği gibi...

 "Kalbimiz öksüz, gönlümüz yetim, sevgimiz muhacir. Bunun adına "yaşamak" diyoruz...




Sevilay Meraler


 Not: Bu bir şükürsüzlük yazısı değildir!

3 Aralık 2014 Çarşamba

TEBESSÜM





.../
Kibir, bu dünyayı kendine yâr bilenindir
Biz, yani garipler... yani yârsız kalmayı göze alanlar...

Bütün tahtlarını devireceğiz kendini efendi sananların,
Algısını yıkacağız el pençe divan duruşların.
Ünvanları, sineklerin kanadına yükleyip eli sineklik tutan amcalara yollayacağız.

Dünya bir gün öğrenecek asaletin zenginlikten gelmediğini,
Kravatlı zevatların beş para etmediğini.

Rengini solduracağız kırmızı halıların,
Koltukların yüzsüzlüğüne yeni bir yüz ekleyeceğiz.

Bir derviş gibi yaşayacağız,
Ve yine o kalpsizleri tebessümlerimizle kahredeceğiz.

Sevilay Meraler





18 Kasım 2014 Salı

NÜANS

Sorma çocuk, bana sığ sorular sorma! Bir serçenin gölgesine sığar mı aşk?


Bazen dünyanın bütün cümleleri ceplerimden taşarken bazen de cebimde yarım hece bile bulamıyorum.
Senden bir kaç kelime dilensem mi çocuk?
Bak cümleler sarayına konmuş, sersem bir kuş gibi yazıyorsun...

Sevgiden söz ediyorsun mesela ... 
Sevmek ki suyun berraklığı, yağmurun sesi, toprağın kokusu, garibin bakışı... 
Sevmek ki imandan... Suyu, yağmuru, toprağı, garibi....

İmanını aşkla karmamışken, bu tufanlar ağır gelmiyor mu çocuk?

Elinde bir demet çiçekle, bir ülke uğruna kıtaları aşındırıyorsun.
Ayaklarına hiç mi acımıyorsun çocuk?
Bilmez misin ki bu dünya duvak takmış bir ceset!
Bunca yanılgı bu doğruluğuna çok değil mi?

Aklın karışmış çocuk, yeni bir yazgının arifesindesin galiba...
Hayatlar arasındasın ama kalbin kayıp.
Üzerine güneş doğmamış cümleler arıyorsun, mehtabın şavkından mahrum cümleler... 
Oysa "Gök kubbe altında söylenmiş söz kalmamıştır" demiş bir şair, okumadın mı hiç çocuk?

Kahırdan söz ediyorsun mesela...

Oysa Rahman mutluluğu ve acıyı kalp terazisinin kefelerine eşit ağırlıkta koymuş. 
Bu terazi dengesini hiç kaybetmeyecek gibi...
Griler de vardır çocuk!

İmandan söz ediyorsun...

Oysa O'nu bir kır çiçeğinde görebilmektir iman çocuk, O'nu bir kır çiçeğinde görebilmekte...
Görüyorsun değil mi?
Kafesteki mavi kuşu, tabaktaki kavunu, sarıya çalan rengiyle aklını çelen ayı... 

Hani bir duan vardı: Rabbim kalbimi beyazlara kurban et diye! 
Tefekkürün hangi izbelerde kayboldu?
Gül, eğlen, coş da...
Duanı kaybetme çocuk!

Bir çok şeyi biliyorsun ya çocuk! Bunu daha iyi bil! 
Kalplere ulaşan bir cümle kurmak, kalbin yollarını aşındırmakla mümkündür.
İnananla, inanıyormuş gibi görünen arasında arasında da bir nüans vardır.
O da aşktır çocuk!


Sevilay Meraler

29 Ağustos 2014 Cuma

MARDİN MODERN



Sevmiyorum artık bu şehri! 
Ne evlerini, ne caddelerini ne mahallerini... Ne de eskiyi süpüren eteğini! 
Taş duvarlarında açan çiçeklerini görmek istemiyorum, nakışlar falan da ilgilendirmiyor beni!

Beğenmiyorum artık!
Ne tarihini, ne sosyolojisini ne fenini. Ne de ne olduğu belli olmayan din/lini! 
Hevesle namaz kılmaya gittiğim camilerini, göbek bağımın atıldığı medresesini...
Güzelliğini de abartacak değilim!

Almak istemiyorum!
Ne hediyesini, ne mehrini ne erdemini! Ne de küf kokan nefesini... 
Hoşgörüsünü de sevmiyorum artık! 
Ne kuyumcu vitrinlerini, ne dükkanlardaki şarap şişelerini ne de çarmıha gerilmiş sevgisini!

Koklamak istemiyorum!
Ne zahferanını, ne narını, ne de reyhanını! Ne de avucunda sakladığı sığdını! Onun olsun efsaneler! Alsın öykülerimden, şiirlerimden alsın Şahmeranı'nı!

Ben bu şehri terk edemiyorum!

-Sevilay Meraler-

16 Ağustos 2014 Cumartesi

TUZ

İnsan beyaza basarak temizlenir mi?

Otobüsle Tuz Gölü'nün önünden geçiyoruz, bembeyaz bir zemin ve masmavi bir gökyüzü var. Tuz ve bulut... İki beyaz... Birbiriyle yarışır gibi duruyorlar. Galiba kurşuni renklerin bu yarışta yeri yok! Güneş ışıklarının yerin ve göğün yüzüne vuran ışıltısı, billur bir cenneti andırıyor. Huzur veriyor bu beyazlık, -gözümüz çok kararmış galiba- hayran kalıyorum.


Tuz Gölü üzerinde yürüyen insanlar var. Uzaktan hepsi siyah elbiseler içindeymiş gibi görünüyorlar. İnsanları karıncalara benzetiyorum. Hangi niyetler içinde olduklarını bilmiyorum, beni sadece onların, tuzun üzerinde yürüme nedenleri ilgilendiriyor.


İnsanlar basıyor. Tuza, beyaza, suya... Yani kedere, saflığa, öze...


Sahi, insanlar
 neden  tuzun üstünde yürür ki? diye soruyorum kendi kendime. Müspet, menfi bir çok ihtimal geliyor aklıma.

Önce, kirletecek beyaz kalmasın diye yürüyorlar diyerek menfi bir ihtimal düşünüyorum. Yok yok beyazı ezmekten zevk aldıkları için diyerek, diğer menfi ihtimali sıralıyorum.


Canım sıkılıyor!

Hadi müspet olayım, diyorum! Kendini cennet beyazında görmek, bir ukba hasreti gidermek veya mahşer adaletini buradayken yaşamak diyorum. Uzak ihtimal...


Sonra insanın yaraları geliyor aklıma. Öyle ya! İnsan yaralarla dolu.

Kalpler kesik kesik; kalpler dikişli ve sargılı... Belki de kalplerine tuz basmak istiyorlardır diyorum. Malum, tuz kristalleri hem yakar hem keser. Bunca yaraya rağmen yine yaralanmak... Heyhat! Yanmak hangi varlığa bu kadar haz verir ki? 


Yürüyorlar. Hayatları suya sağlam basıyor. Oysa ölüm de var. Ölümü hatırladıklarını düşlüyorum; o an tuzla buz oluyor her şey! Dağılıyor hayat ve tadı tuzu kalmıyor keyiflerin, umutların, gülmelerin... Yakın ihtimal! Tuz da ölüyor.






Sevilay Meraler




15 Haziran 2014 Pazar

ASİMETRİ

Bismillah... Özgürlüğe...


Altından kelebekler düşlüyorum, misk kokulu dağlar, billur pınar başları... Ben iflah olmam! 
Özgürlüğün özü ne ise onu diliyorum Rabbimden, ben uslanmam!

Muhalif fidanlar ekiyorum insanların yüzüne, yani belamı arıyorum!

Bir şehir kuruyorum kendime, zebercetten yapılmış... Toprağı zaferan rengi, çadırları kuş kanadından... Yani mutsuzluğu çağırıyorum!

İki farklı şehirde yaşıyorum. Gerçeğin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum ama yaşadığım "gerçek şehir!!" şehrimden çok farklı. Buna diğer insanların gerçeğinde yaşadığım şehir de diyebilirim. Bir de kendi gerçeğim var tabiki!

Bu sevmediğim şehirde miadı kısa sürüyor her şeyin, yı/alanı çok, kaldırımları tatsız...

Çokça beton binaları, mağazaları, ışıkları var. Bir de platform topukları, fabrikasyon mamulü mimikleri, jestleri, tavırları...

Bir de her şey, çokça ayna/ılaşıyor. Bu şehirde paslanmış bir ayna olmak istiyorum!

Elektronik kaygılarsa yine ve yeni işletim sistemleriyle giderilmeye çalışılıyor. 
Bu şehirde arkeolojik bir kalıntı olmak istiyorum!

Yapay ağaçlarla dolu bir ormanda yaşıyor gibiyim anlayacağınız. Ne sevimli bir tırtılı görme heyecanı ne de bir yarasadan ürkme ihtimali var. Çiçekler bile sentetik bir kaygı taşıyor. Değil mi ya! Yaprakları kokmayan ağaçları neyleyim, rüzgarı giymeyen çiçekleri! Üzerine bastığım kuru yaprakların hışırtısı bile mekanik. Yapraklar, metal tarzda söylenmiş arabesk şarkılara benziyor.

Bu çokça kir içinde yaşamak da zor... Yani çok zor...

Oysa ben estetiğe, simetriğe, temizliğe ayarlanmış saat gibiyim. Simetriye ayarlanmış bir saat asimetriyi neden çevirsin ki? Çarkları hazmeder mi?

-Sevilay Meraler-



14 Mayıs 2014 Çarşamba

MUĞLAK

Biz hep yenileceğiz ve her yenilgi, yeni bir zafer sofrası açacak önümüze ve biz bağdaş kurup, keyfini çıkaracağız bu ironiğin... sm


Duygu tanımları arasında sıkışıp kaldım. Ne kitaplar, ne internetteki siteler! Hiç biri duyguların tanımını doğru yapmamış! Suya düşmüş bir sinek gibi çırpınmakta cümleler. 
Bir kanadı tiryak, diğer kanadı firak olan hayat! Seni de tanımlayamıyorlar!

Düşünüyorum da dünya bana duvağını açtı açalı, hayata dair terimlerim, "şimdilik" oldukça net gbi. Lakin yine de muğlaklık, çay bardağımın kulpunda asılı durmakta. Bir gün o kulpa asılı muğlaklığın da sehpasını devireceğim! Yani o benim sehpamı devirmez ise!

Gülümseyen yüzlere bakıyorum, gülüşleri sonsuzluğun aynasında solmuş. İnsanız, kahkahalarımızla ağıtlarımız arasında bir lahza kadar mesafe var. Dakikalar içinde kıyametimiz kopabilir ve göğü kıskandıracak zirvelerde dolanırken, kupkuru ve zalim bir çukurun içinde de bulabiliriz kendimizi. Şimdiye kadar kendini o çukurlarda bulanlar gibi....

Çokça mutlu olduğunu yazmış biri, diğeri çokça keder deymiş. Çokça mutluluk veya çokça hüzün... Ne kadar yakışabilir ki insan denen varlığa? Her şeyin, ölçü ile yaratıldığı bir düzende çokça gibi bir duygu yanılgısından neden medet umarız ki? Hangi çokça mutluluk hüzne veya tersi, hangi çokça hüzün mutluluğa dönünüşmedi ki? Evlenince düğününde çokça mutlu olup çokça oynayan bir adamı, on sene sonra aynı mekana götürsek ne yapar? Kapanan bir kapıya üzülürken, diğer kapıların açıldığını gören birinden, hüznün tamını yine istersek ne der? Yine çokça mı olur duyguları? 
Yanılgı, yanılgı yaşlanan bir ömrümüz var  bizim. Hiç bir duygumuz, sonsuzlaşamıyor. Heyhat! O'nun dışında sonsuz olan nedir ki?

Sevincin tükenişi değildir bu, hüznümü de yitirmiş gibiyim...


Sevilay Meraler

13 Mayıs 2014 Salı

BAHARSIZ




Baharın ilk bakışı yansırken suya,
Mavi bir gelinciğe dönüşür güneş.
Kutlanır doğuşu güllerin menekşelerin...
Turuncu bir böcek dolanır serserice, toprağa gülümser
Ben de gülümserim,
Havaya, suya, toprağa
Serçeye, böceğe, menekşeye...
Sonra Sensiz'leri görürüm,
Mahşer gelir, mıh gibi oturur aklıma,
Bahar ateş olur, bahar hüzün olur
Ben baharsız olurum. 
Sevilay Meraler




19 Mart 2014 Çarşamba

ÇİÇEK ve KADIN

Kendini çiçek sanan kadınlara ve kadınları çiçek sanan erkeklere...

Sen hiç bir gül kadar güzel olmadın ki! Boya kutusuna batmışken güzellikten bahsedilmez! Bu yüzden bırak güzellik edebiyatı güllere kalsın güzelim!


Sen hiç karın içinde doğmadın ki canım!  Soğuk, bütün bedenini kaplamadı ki! Sımsıcak bir evdeyken  üşünülmez! Bu yüzden, bırak üşümek edebiyatı Kardelenlere kalsın güzelim!

Sen hiç asi olmak için boyununu eğmedin ki! Başını, İblis gibi yukarıda tutmuşken isyandan bahsedilmez! Bu yüzden bırak isyan edebiyatı, Ters Lalelere kalsın!

Parfümlerle varlığına büyü katarken, kokunun güzelliğiyle övünme! Sen hiç anne gibi kokmadın ki! Bu yüzden bırak övünmek, Şebboylara kalsın güzelim!

Sen hiç sevdiğin için gözlerini yakmadın ki canım! Sevdiğin neredeyse yüzün ona dönmedi ki! Nefsin serin sularında yüzerken yanmaktan söz edilmez! Bu yüzden bırak yanmak edebiyatı, Ay Çiçeklerine kalsın!

Senin ellerin her bahar açmadı ki güzelim! İnce hesaplarla kremlediğin, sımsıkı ellerle el açıklığından söz edilmez! Bu yüzden bırak cömertlik edebiyatı, Hanımellerine kalsın !

Keyif diyarlarında dolanırken hüzün dilinde dolanmasın! Sen hiç cenaze hüznünün ismi olmadın ki! Bu yüzden bırak acının edebiyatı, Krizantemlere kalsın güzelim!

Saraylarda kraliçe olmayı düşlerken, ezilmekten bahs etme güzelim! Sen hiç ayaklar altında kalmadın ki! Hem papatya değilsin ki endişelenesin! Bu yüzden, bırak ezilmek edebiyatı, kır çiçeklerine kalsın!

Sen hiç bir çiçekçide satılmadın ki! Çiçeklerin senin için satılmasından hoşlanırken sömürüden söz etme! Bu yüzden, bırak, sömürü  edebiyatı, kapitalizmin çiçeklerine kalsın!

Bu arada her çiçek bir ilaçtır biliyorsun, bu yüzden maraz veren halinle devadan bahsetme güzelim! 


-Sevilay Meraler-

NOT: Her çiçeğin bir hikayesi vardır, çiçeklerin hikayesini bilenler bu yazıyı daha farklı okuyacaktır..

8 Şubat 2014 Cumartesi

GÖLGESİNDEN KORKAN ADAM

Bir adam gölgesinden neden korkar ki?
 O gölgeyi vicdanı sandığı için mi? sm


Derin bir off çekerek uyandı. Bu sabah da diğer sabahlardan farksızdı onun için. Yaşı otuzu geçmişti ama şu yaşına kadar, bir gün bile uyanır uyanmaz gülümsemeyi, şükretmeyi becerememişti. Bunun için uğraşmış mıydı bilmiyorum, ancak bunu beceremediği kesindi. Rüyalarında bile mutlu olmadığı, gözlerinden rahatça okunuyordu.

Yine yorgun hissediyordu kendini, yine darmadağın. Bu yorgunluk, sanki doğduğu ilk günden beri pranga gibi bağlanmıştı ayaklarına. İsteksiz de olsa kalktı. Yüzünü yıkadığı suyu, yediği bir kaç yeşil zeytini, içtiği çayı umursamadan çıktı evinden. Zaten hiç bir şeyi ve hiç kimseyi umursamıyordu, farkına varmasa da en çok da kendisini umursamıyordu aslında... 

Bulanıktı bakışları, hisleri muğlak... Dışarıdan bakınca çok rahat, özgüveni yüksek, cesur ve hatta kibirli görünse de, aslında bütün çabası, içinin köşelerine sinmiş o korkak çocuk tarafında sobelenmemek içindi. Nicedir tanımlayamıyordu; ne kendini, ne Allah'ı, ne dünyayı... Kendi girdabına kapılmış, kendi kuyusuna düşmüştü. Sorular beyninde biriktikçe bedeni ağırlaşıyor, bu ağırlıktan kurtulmak için de deli gibi okuyordu. Okuyordu okumasına ya! Fakat yine de ellerinde bir avuç buğudan başkası kalmıyordu.

Bir akşam, kalbinin muğlak saatlerinde, merdivenlerden inerken gölgesi düştü ardına. Nereye gitse, ne yapsa, gölgesi peşinden ayrılmıyordu. Nedense ürkmeye başlamıştı. Oysa kendi gölgesini hep görürdü! Bu sefer, gölgesi, ruhuna düşmüştü sanki. İçindeki karanlığın varlığını hissetti. Bir an düşündü.  "Işık yoksa gölge de yoktur ve gölge, insanın içinde sakladığı karanlığın açık bir delilidir." dedi

Elindeki kitapta da bir söz çarpmıştı gözüne. "Işığı arkasına alan, kendi gölgesinin peşinden gider" diyordu Cibran. O da yıllarca kendi gölgesinin peşinden gitmişti ve bu yolculuk onu sadece kayboluşlara atmıştı.


Karanlığını görmemek için ne çok uğraşmıştı! Kendine ışık tutmamayı... Allah'ı hep arkasına almış, bir türlü O'nunla yüzleşmemişti.. Allah'ı kendine tuttukça, karanlığı ortaya çıkacaktı ya! İçindeki o korkak çocuğun en büyük korkusuydu bu!


Uzun bir arayışa girdi. Her akşam gölgesini seyretti. Gölge karanlıkta görünmüyordu ve insan gölgesinde karanlığını fark edemiyordu. Tıpkı kendi karanlığında, kendi gölgesini yıllarca fark edemediği gibi. "İnsan sadece gölgesine saklanarak ne kadar büyüyebilir ki?" diye sordu. İrkildi ve bir an önce bu karanlıktan kurtulmak istedi. Kitaplarla doldurduğu odasına bir göz attı. Aradığı ışık, duvarda asılı olandı...



Sevilay Meraler






  

27 Ocak 2014 Pazartesi

GÖRECE 3

Kardeşini gömmeyi kargadan öğrenen!
Merhametini ateşe gömmeyi kimden öğrendin?


Ey aynı sancıların çocuğu!
Aynı ayrılığın feryadı, aynı sütün fakiri!

Kanının rengi aynı olan ey!

Hücrelerinin sayısı mı  farklıydı, yoksa ciğerinin çeperi mi daha genişti?

Gamı nakşederken dünyanın ellerine, nasıl bir narkoz aldın da  iğneler gözlerine batmadan geçebildi? 

Ya soyarken derisini  insanlığın,  cenneti bulacağını mı umdun?

Ey kâbesi kara, sermayesi yara, durağı muamma!

Söylesene! Hangi halvet çeldi aklını, hangi şeytanın gölgesi düştü üzerine? 

Kıvrılıp yatarken zebanilerin koynunda, keyif almayı hangi ara öğrendi ruhun?

Hakîkâtin yazgısını kanla yazmayı marifetten sayarken, cenneti hak görmeyi hangi körlüğün ocağında körükledin?

Ey aynı taşın konuğu, aynı toprağın ölüsü !
Aynı sorunun, aynı karşılığı!

Ey unutan, unutan, unutan...
Unutma! İnsan unutandır, Sırat hatırlatan! 


-Sevilay Meraler-




17 Ocak 2014 Cuma

ŞİİRLERİN ŞAİRLERE SİTEMİDİR




Sevgili şairler, şiirsel hareketin bir temsilcisi olarak manifestoma başlamadan önce kalem tutan ellerinizin kelamlarla nurlanmasını  diler ellerinizden öperim.. Size olan saygımız sonsuz lakin aşağıdaki sorularımızı ve sitemimizi dikkate almanızı ve kendinize çeki düzen vermenizi istiyoruz. 

1-Lütfen bizleri korkularınızın paçavrası olarak kullanmayı bırakın. Kalbinizde sakladığınız duygularınızı sevdiğinize söylemeyip bizi kullanarak dünyaya anlatmak ne kadar etik söyler misiniz? 

2-Nesirlerle haşır neşir olan aklınıza gelmeyen biz,  neden kalbiniz  aklınızı sabote ettiğinde geliriz? Biz baltalayıcı değiliz. Bize farklı bir imaj çizip bizi manipüle etmeye ne hakkınız var?

3- Siz savaşmıyorken neden savaş şiirleri yazarsınız? Ya da neden masa başında devrim şiirleri yazarsınız? Şiirlerin devrim yapabileceğini ya da savaşların şiirlerle bitebileceğini mi sanıyorsunuz? Çok safsınız.

4- Biz şiirlerin çokluğundan mıdır bunca zulüm? Dertlere derman toplum şiirleriniz kaç fakirin karnını doyurdu, ya da hangi adaleti yaydı yeryüzüne söyler misiniz? 

5- Kavuşmamaklarınızda ve yenilgilerinizde kavrulurken sevdalarınız kaç sevgili şiir hatırına sevdiğine  kavuştu söyler misiniz? 

6- Bizi sürekli kahırlarınıza, yalnızlığınıza, ölüm korkunuza, imkansız aşkınıza ortak ederken hiç mi acımadınız bize? Siz hazlarında boğulurken içinizi boşaltmanın, biz nasıl bir sarsıntı geçiriyoruz biliyor musunuz? Ne zaman bir ümidin şiiri olacağız söyler misiniz?

7-  Bizle sözlere verdiğiniz ahenk kaç gerçeği değiştirdi? Kabirlerde mezar taşlarında bile kullandı bizi yoldaşlarınız. Hangi dörtlüğümüz ölümün çehresini değiştirdi ki? Kabir kavminden mi beklediniz bizi anlamalarını? 

Sevgili şairler lütfen bunları dikkate alın ve neden şiir yazdığınızı bir kez daha sorgulayın. Yoksa bu sömürü bitmeyecek. 
-Sevilay Meraler-

4 Ocak 2014 Cumartesi

GÖRECE I


İnsan...  
Sular içinde bir damla su...
                     kanlar içinde bir damla kan... 
                                kemikler içinde bir yığın kemik...  
                                             

İnsan...
Melekler aleminde kirli bir melek... 
                nefisler aleminde temiz bir nefis...

İnsan...
Topraktan rüzgar, topraktan deniz... 

İnsan... 
Sudan bir ateş, sudan bir zehir..

Hayat... Çokça muamma, çokça tasa ve çokça dilemma!

....../

Kendimin uçurumundan atarken kendimi, kendimin dibine, nisyanla yamalanmış elbisem, O'ndan yana kök salmış ağacımın dallarına takılır.

Artık ne bir melek kadar temizimdir  ne de  iblis kadar kirli... 

Sonra eski yüzler takılır yüzüme..

Anlarım ki arayış değildir kendimizi aramak başkasının beninde.

Ve anlarım  ki hiç kimse başkasının uçurumundan atamaz kendini diplere.

Başkasının uçurumu,  dibi iken başkasının, biraz daha mümkün değildir bu.. 


Zaman, kıyamet sonrasını yaşatır sonra ve  anlarım ki orası yaşamak coğrafyasıdır.  
                                       
Kendimin uçurumundan atarken yine kendimi kendimin dibine, isyanla yamalanmış elbisem, yaralı bir şiire takılır.


kalbini o kadar uzak tuttun ki
yaralandın... ey!
yaradan...
uzak kalmak ne demekti
Rabb'inden ve mâsivâdan?
H. Yavuz



 -Sevilay Meraler-