28 Temmuz 2012 Cumartesi

İLAHİ MEVHİBE



İnsan garip bir varlık. Hep müşteki, hep asık suratlı, hep doyumsuz.. Hep bir arayış içinde, bitmek bilmez, sonu gelmez bir yolculukta avare avare dolanmakta. Bir anlam aramakta bir anlam.. Kemiyet yığınlığı içindeyken neden yalnız olduğunun yanıtını aramakta.. Varlığın varlıkta nasıl azaldığının da.. Varlığını kaplayan yabancılık hissi, tanıdık  yüzlerde kayboluşlar, bir şeylere tutunma isteği, metafizik alemin varlığını red ederken kendini aşkın hiçliğine bürünmüş halde bulması.. Bu tıkanışlar ve bu zorlanmalar karşısında  yorulması, kırılması, yalnızlaşması.. 


Bu arayış serüveninde insan, varlığına yüklediği anlamı, en çok da  bilgide aramaktadır. Oysa aradığı şey çok büyüktür. Bilgiye yüklediği anlamın bu büyük anlamdan bir parça olduğunu ve büyük anlama götüren menzilin en engebeli  iki yolundan biri -diğeri aşktır- olduğunu bilemez. İnsan bunun farkına varmadan bu büyük anlamı bu küçük anlama sığdırmaya çalışır; bu çaba dünyanın bütün yağmurlarını bir serçenin gagasına sığdırmak kadar  imkansızdır. Bilginin peşinde koşar insan ve bildikçe bilmek ister; fakat bunca bilgiye rağmen yine eksiktir; yine yanlış..  Anlamı bilgide bulmaktadır hata belki, belki de bu, bilgiden de üstün olan "bilinçli olmak yada olmamakla" alakalıdır. Doktor Ali, "bir kişiyi cellat diğerini şehit; birini zalimi diğerini hürriyet aşığı; birini muttaki, diğerini fasık yapan bilgi değil biliçtir" diyor. Evet tabi siz de hiç şahit olmadınız mı bilgisi çok ama bilinci yok insanlara.. Kronolojisini incelediğiniz bir insanın bilgisi ile bilincini kıyasladığınızda hayrete düştüğünüz olmadı mı hiç?  Evet belki de bilgi bizi tatmin etmiyor; bizim ihtiyaç duyduğumuz şey bilinçtir. Bilinç, yetenekli bir aydınlanmayla aklın yükünü hafifletmektir. Bilinç, farkında olmaktır; farkındalığı arttıkça insanlığı da artmaktadır insan denen varlığın.. Belkide Allah referanslı olmayan bir bilgidir bizi yoran; yani belki bu yüzdendir bilgili yanımızın noksanlığı ve kayboluşlarımız dehlizlerde ve düşüşlerimiz kendi kuyumuza.. Çünkü bu tür bilgi salt seküler bir karanlıkken, Allah referanslı bilgi ve bilinç ise uhrevi-seküler bir ışıktır. Meriç'in belirttiği ilahi bir mevhibeye, aşka, sonsuza ve feragata kanatlandıran gerçek akıl; belki de bu Allah referanslı bilgi ve bilinç birlikteliğidir. 

Allah bilinci olmalı insanda.. Bütün varlıklar bir kenara atıp; en çok  Allah'ın farkında olmalıdır insan.. Şeksiz şüphesiz O'nun varlığının nasıl bir güzellik olduğunu fark etmelidir. Arayışlardan, bunalımlardan, hayal kırıklıklarından ve her şeyi yanlış anlamlandırmaktan ancak ve ancak Allah'ın varlığının bilincinde olanlar kurtulacaktır. Akıllar ve ruhlar ancak O'nun varlığının bilinciyle fıtratının özüne kavuşacaktır inşaallah. 



-Sevilay Meraler-




23 Temmuz 2012 Pazartesi

MODERNİZME SATAŞMALAR/ MEZAR SULAYAN ÇOCUKLAR


Dünyanın en büyük kapitalistleri mezarlıklarda mı büyür?

Kabir ziyareti vefâ göstermenin güzel bir örneğidir. Vefat etmiş sevdiklerimizi yaşıyorlarmış gibi evlerinde ziyaret etmek, onlara dua etmek, onları yâd etmek açısından anlamlıdır. Her ne kadar bu ziyaretlerimizi onlar için yapıyor gibi görünsek de aslında kabir ziyareti, nefsimizi ıslah etmek amaçlı ve kendimize dönük bir eylemdir. Modernizmin perdelediği gözlerimizin açıldığı, oyun diye adlandırdığı/anlamlandırdığı 'hayat'ın son perdesinin oynandığı yerdir. Oyun biter, perde iner ve şenlik sona erer.. Dokunduğumuz her mezar taşı, her gün kibirle ve hayranlıkla baktığımız parlak aynamızın, kendimizi sakladığı siyah yüzüdür. Bir de kabirler bizim dış yapısı sade, mütevazi, sıradan olan evlerimizdir; alçısız, yalıtımsız, renksiz.. -bakmayın mermerden, granitten, süslenmiş taşlardan yapıldıklarına.. ölüler için hiç bir anlam taşımıyor- İç dizaynı ve dekorasyonu ise bize aittir. Mezarlar, cenneti kucağımızda götürmüşsek cennet bahçesinden bir bahçenin huzuru, cehennemi kucaklayıp götürmüşsek kahırla dekore edilecek evlerimizdirler. 

Parayı insanların ilahına dönüştüren modern düşünce, dünyayı, dirileri ve ölüleriyle sömürmeye devam ediyor. Modernizm, kabristanları bile para kazanılan yerlere dönüştürdü. Bunda bizlerin de katkısı da çok büyük tabi; yani modernizmin para kazandırma şekli, cehaletimiz nispetinde artıyor. Modernizm, karşılığında para verilen her şeyi  değerli kıldı kılalı, bizi de hayvandan da aşağılık varlıklar kıldı.  Örneğin, islamiyeti sadece kabir dini sananlar, varlığından habersiz Kuranı, kabirlerde para karşılığında okutuyorlar. Kendileri de okuma bilmedikleri için okuyanın Kuran okuyup okumadığını bilmeden para vermiş olmanın ferahlığıyla ölülerini sevindirdiklerini sanarak ayrılıyorlar. Son zamanlarda da yasin balonu!! diye bir şey icat etmişler. Yasin okunduktan sonra şişirilen balonlar, mezarklılarda satılıyormuş; ziyaretçi de bu yasinli balonları besmeleyle! -yani yasinli balonu açma ritüeline uygun olarak-  ağzını açtığı ve belki de patlattığı balonun o mübarek havasını  mezarın üzerine yayıyormuş.. Böylece ölenin ruhu yasinle huzur buluyormuş. Büyük sevap vesselam! Daha neler görecek neler duyacağız bilmiyorum..  Evet evet cehalet sonsuzdur..  

Kabirlerden para kazanma şekli mevsime göre değişiyor. Örneğin bu sıcak yaz günlerinde mezarları sulamak işi oldukça revaçta. Yurdun her yanında olduğu gibi memleketimde de bu yükseliş söz konusu. Bir kaç gün önce yakınlarımla birlikte kabristanı ziyaret ettiğimde  etrafımızı ellerinde su dolu  ibrikleri ve şişeleri ile bir sürü küçük çocuk sardı. Amaçları para karşılığında kabirleri sulamak. Para verdik; -sulamasalardı da verirdik- mezarları suladılar.. Önce çok masum  gibi görünen bu eylem - çocuklar masumdur; eylemler zalimdir- bir çocuğun cevabıyla beni rahatsız etmeye başladı. Su, kabristanın çok yakınındaki bir çeşmeden dolduruluyordu, yani bedavaydı! Çocuğun birine algısını anlamak için; şu kuru mezarları parasız sular mısın? diye sordum. Sulamam! dedi. Allah sevinsin diye de yapmaz mısın? diye sordum. Yapmam! dedi. Para sevgisi, Allah sevgisini çoktan geçmişti.. Büyükleri, onlara bedava suyu ölü toprağının üzerine dökmeyi para kazanma yöntemi olduğuna inandırmış. Ufacık ruhlarının paranın ve hırsın kiriyle lekelendiğini görmek beni çok üzdü. Evet galiba dünyanın en büyük kapitalistleri mezarlıklarda büyüyor.. Büyüklerin sömürüsüne maruz kalan bu çocuklar, malesef kedere mühürlenecek modernist hayatın/oyunun baş rol oyuncuları olmaya başlamışlar bile.. 


-Sevilay Meraler-



    

20 Temmuz 2012 Cuma

MALAYANİ MONOLOG/İŞPORTACI ŞAİRLER


Şiir, zekânın, duygu aleminde zarif adımlarla yürümesidir. Estetiktir.. Nağmelerin, kelimelerle işlenmesidir. Aklın, ahenge nezaketle çarpmasıdır.. Hoyrat bir gerçeğin, ince bir hayalin zerafetiyle harmanlanmasıdır.. Çölleri birbirine düğümleyecek cesareti gerektirir. Kâinatın bir ucunda esen esmer bir rüzgarın uğultusunu, deniz kabuğunun mavi tınısına dönüştürecek mahareti gerektirir. Hikmetten beslenmeyi, ilimle olgunlaşmayı, felsefeyle pişmeyi, tarihle sırdaşlığı gerektirir. Efsunludur.. Sırlar aleminin muskalarını imgelerin yüreğine takmayı gerektirir.. Zekâyı estetiğe eklemlemeyi, okumayı, dile hakim olmayı, bilmeyi gerektirir.. Yani  şiir yazmak, muazzam bir zekâya ve bilince sahip olanların işidir .. 

Dikkatimi çeken bir şey var, o da bu ülkedeki şiir ve şair bereketi.. Bunca emeğin ürünü olması gereken şiir, neden bu ülkede bu kadar fazla? Neden bu kadar çok şiir kitabı var? Neden herkes şair? Yani bunlar gerçekten şiir mi; yoksa ben mi yanılıyorum? Yani ülkenin bütün insanları muazzam derecede zeki olmadığına göre bu ülkedeki bunca şairin yazdıklarına şiir denilebilir mi?  Yazdıkları nedir acaba? Kendilerinden yola çıkarak sadece kendi yalnızlıklarından, karşılıksız aşklarından, kendi korkularından veryansın eden birilerinin duygularını kelimelere yükleyip cümleleri intihara sürüklemeleri şiir olarak adlandırılabilir mi? Bütün bedenlerde aynı etkiyi yaratan sıradan bir aşk duygusunun ilk defa yaşanmasının verdiği şaşkınlık, insanın beyniyle kalbinin birbirine dolanması ya da şehevi bir özlem şiir yazmak için geçerli bir neden olabilir mi?  Şairin!! şiirini yazdığı dili tanımaması, kelimelerin anlamlarını bilmeden sırf kafiyeye uyum sağlasın diye ya da kendince estetik bulduğu için alakasız kelimeleri mantıksızca kullanması mıdır şiir? Ya da hiç kitap okumayan biri şair olabilir mi?.

Bu soruların hepsine evet yanıtını verecek olan varsa bekliyorum  ama galiba gerçek bu değil.. Amacım yazanlara hakaret etmek de değildir. İnsanların duygularına ve duygularını aktarma şekline de saygım sonsuz; lakin  şiir bu kadar da ucuz değildir yaa.. Misal, İslamiyetten önceki dönemde Arabistan'da şiirin çok  etkileyici bir özelliği varmış. Hatta vahyin gelişinden sonra, ayetlerin ihtişamı karşısında, peygamberimiz, 'çılgın şair' olarak adlandırılmıştır. Şairlerin azgınlıkları karşısında da 'Şuara' suresi indirilmiştir. Yani şiir bu derecede mühim ve etkileyicidir. Ortalıkta dolanan şairler!! bu gerçeği bilseydi acaba yine şiir yazmaya yeltenirler miydi? Kendilerini yine şair, yazdıklarını yine şiir olarak adlandırırlar mıydı? Şiir diye yazdıklarını utancın ateşinde yakmazlar mıydı? 

Velhasılı kelam, duygusallık çok güzeldir, sevmek ve sevilmek de güzeldir amenna ama hiç bir duygunun edebiyatı deformasyona uğratma hakkı yoktur. Kendince yaşadığı coşmaları, taşmaları, acıları  imgelerle boğarak, çetrefelli cümleler kurarak ya da günlük bir sohbetin sıradan bir cümlesine indirgeyerek anlatmak, şiir olmasa gerek.. Herkesin hissettiği basit bir duyguyu  aşk diye adlandırıp sadece aşk şiiri yazan biri de şair değildir emin olun..
Panik yapmayın sevgili şairler! Bu dünyada aşkı yaşayan sadece siz değilsiniz. İnsanların yüzde doksandokuzu sizinle aynı geçici duygunun içinde. Bu arada,  hem insanın mahrem bir yüreği olmalıdır. Adına aşk dediğiniz şey ve yüreğiniz ve uğruna şiirler adadığınız sevgiliniz eğer şiirlerinizde belirttiğiniz kadar kutsalsa kaldırımlarda bu kadar dolanacak ve işportada satılacak kadar basit ve ucuz olmamalı değil mi?
-Sevilay Meraler-

16 Temmuz 2012 Pazartesi

EY KAVMİM



Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.. 
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.. 
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına.. 
Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın..
Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin..
Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. 
Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın..
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın.. 
Gündüzleri Maria Magdalena’yı ‘fahişe’ diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.. 
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat’ı tutarsın..
Ey kavmim… Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin..
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama sen kendi acına da yabancısın.. 
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.. 
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın.. 
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen..
Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin..
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. 
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. 
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin..
Hazreti Hüseyin’in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın.. 
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun..
Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin..
Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvin. Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile ağlamayacaksın..
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin..
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın..
Ey kavmim… Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin...
Halil Cibran

12 Temmuz 2012 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/KITLIK

Açlıktan ağlayan Afrikalı bir çocuk


Ramazan ayına girmek üzereyiz. Memleketi müthiş bir telaş sarmış. Esnaf ramazanı bekliyor, lokantacı ramazanı bekliyor, marketler televizyonlar... Tabiki kapitalistler ve din sömürücüleri de...

Ramazan ayı israf ayı olduğu için, herkes çılgınca gıda alışverişi yapıyor. Pazarlar, marketler, manavlar, en yoğun günlerini yaşıyorlar. Şimdiden market rafları ramazan versiyonuna girmiş vaziyette. Güllaçlar, hurmalar, çorbalar, tatlılar.. Toptancılar zulada sakladıkları mallarını gün yüzüne çıkarmış, piyasaya sürmekte.  Evler yığın yığın yiyeceklerle dolduruluyor. Sanırsınız ki, ülkede kıtlık baş gösterecek.. 


Ramazan ayı kazanç ayı olduğu için, kazandıracak şartlar hazırlanmış. Hangi sebze  meyvenin, hangi tür etin fiyatını ne kadar artıracağını hesaplayan, hangi açlıktan yüzde kaç oranda kâr elde edeceğini düşünen, merhametli-merhametsiz, mümin - amümin  amcalar, hesap makinesiyle uğraşmaktan, bu sıcakta bîtab düşmüş vaziyetteler.

Lokantalar, restoranlar hangi mübarek yemeğe,  ne kadar fiyat biçeceğini belirlemiş bile.. Sadece masa ve sandalyelerde bir düzenleme devam ediyor... Malum, sayılarının çokça artırılması gerekiyor..  Bir de evde iftar modası out, restaurantta iftar in olmuş. Dini, kendimize, zamana ve modernizme uydurmak gerektiği için, modaya uyup, iftarı restoranlarda açmamız gerekecek. Bir rivayete göre erken rezervasyon yaptırmak, tutulan orucun değerini ve sevabını da artıyormuş. Bu sevaptan mahrum olmamak lazım gelir diyerek ihtiyatlı davrananıp yerini ayıranlar, büyük bir gönül rahatlığı içinde... 


Altın kaplamaları otellerde ise her şey mükemmel derecede hazır. Fiyatı milyarları bulacak masalar, en narin tabakları, çatalları, tabaklarıyla bir kaç saat aç kalan zevatın ağzını şenlendirmeye  hazır.


Ramazan ayı eğlence ayı olduğu için, eğlence ortamı da hazırlanmakta. Semazenler tennurelerini giymiş, cafede, meydanlarda, şenliklerde dönmek için büyük bir sabırsızlık içinde beklemekteler. Şenlikler için hazırlanan soytarılar, ağız dolusu güldürecekleri replikleri ezberlemiş, dekoltesi hafif kapalı assolistler, briyantinli şarkıcılar, repertuvarlarındaki şarkıların provalarını tamamlamışlar. Hatta hangi politik şapkadan kaç tavşan çıkacağı bile belli..

Ramazan ayı reyting ayı olduğu için, görsel medya da hazır. Televizyonlarda, gün boyu yayınlanacak yemek tarifi programlarının jenerikleri hazırlanıyor. Her sene gösterilmesine rağmen insanları bir yere çağıramayan çağrı filmi, mesajı bir türlü idrâk edilmeyen Yuzarsif'in filmi ve ojeli tırnaklı, takma kirpiği kaşına değen, kırmızı rujlu, dekolteli kadınların veli diye oynadığı Yeşilçam'ın dini filmlerinin bantları, başa sarılmış bile. Sahur programlarında gözleri kanlanana dek sabahlayacak olan prezentabl sunucuların, hocaların, sanatçıların bir gece için kaç milyar alacakları da belirlenmiş; sadece kadir gecesinin fiyatı muallakta kalmış.  O da netleşince her şey mükemmel olacak inşaallah.

Ramazan ayı ticaret ayı olduğu için, yazılı medya da hazırlanmış. Matbaaları da bir telaş sarmış ki sormayın.. Kupon biriktirerek alınacak ve hiç okunmayacak renkli ve kokulu Kuranlar, hadis kitapları, yemek tarifleri kitapları hazır; ama mezarlıkta ve teravih sonrası satılmaya hazır dua kitaplarının basımı devam ediyor. Bir de evlere şenlik, reklamiyeler de hazır. Kaliteli kağıda basılmış, üst tarafında Allah veya Muhammed lafzıyla süslenmiş, gül veya hac resmi,  resmin altında son derece iri puntolar ve dikkat çekici renklerle yazılmış firmanın reklamı, ortasında bir salise aç kalmayalım diye itinayla hazırlanmış vakit çizelgesi, yan taraflarda da üstteki kapitalist puntolara gölge düşürmeyecek derecede renk, küçüklük ve sığlıkta yazılmış, ayet ve hadis yazılı reklamiyeler bedava dağıtılmaya başlandı bile. 

Ramazan ayı cimrilik ayı olduğu için, insanlar infak yapınca bir kuruş zarara girmesin diye, cimrilerin zekatı olan 40' da 1'i hesaplayan, zekat hesaplama programları internette hemen hemen her sitede hazır.


Ramazan ayı, para dilemek ayı olduğu için  sömürücü dilenciler, tam tekmil hazır. Dilenirken kullanacakları cümleler ezberlendi. Şimdiden kapıları aşındırmaya başladılar bile. Gençler ön hazırlıklarını çoktan bitirmiş.


Ramazan ayı saçmalama ayı olduğu için fetva merkezlerine televizyondaki hocalara:

Hocam içkiyle orucumu açsam olur mu?
Hocam sabah ezan okunurken ağzımda ki bir damla suyun binde biri boğazıma kaçtı orucum kabul olur mu?
Hocam ben orucu ramazan da değil de istediğim ayda tutmak istiyorum 365 günü 30'a bölerek tutsam kabul olur mu? 
gibi  bir çok saçma sorular soracak akıllar da hazırolda beklemekte.

Ramazan ayı şöhret ayı olduğu için, yapılan yardımların kimin tarafından yapılacağının, kameralar ve objektiflere sırıta sırıta kimlerin gösterileceğinin listesi medyanın bilgisine sunuldu. 


Ramazan ayı lezzet ayı olduğu için, birileri çöpten ekmek toplarken; birileri sımsıcak susamlı pideleri almak için fırınların önünde uzun kuyruklar oluşturacaklar.


12 ayda bir ay ahlâklı olduğumuz bir ay olduğu için, içki dükkanları, meyhaneler ve kerhaneler de ramazana duyulan derin saygı nedeniyle kapalı gibi görünecek.


Ramazan ayı diğer ülkelerde nasıl karşılanıyor ve nasıl geçiriliyor bilmiyorum ama gözlemlediğim kadarıyla bizde böyle akıl ve anlam kıtlığıyla geçiyor. 


Heyhat! Ne kadar gariptir gariplerin mübarek ayını, abdestli ve abdestsiz kapitalistlerin ellerini oğuşturarak beklemesi ve ne kadar acıtıcı semirmekten çatlayacak adamların kasalarının cahillerin ahmaklıklarıyla  dolması! 


Allahım, bizim dostumuz sensin; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin. -Araf/155-

-Sevilay Meraler-

4 Temmuz 2012 Çarşamba

MODERNİZME SATAŞMALAR/NEBBAŞLAR VE KAPİTALİSTLER



Ademoğlunun bu dünyadaki  serüveni bir metre kundakla başlar; bir kaç metre kefenle biter. Bu gerçeğe rağmen gözü doymak bilmez ve bütün hayatını kazanmak hırsı ile biriktirmek azmi arasında geçirir. Bu cenderede ruhunu ezdikçe ezer; fakat yine de bundan vazgeçmez ve hatta bundan garip bir haz duyar! Kaz/ana kaz/ana biriktirip sahip olduğunu sanan adem, aslında kaza kaza üzerine atılacak toprağı biriktirmekte olduğunu  farkedemez.

Dünyaya bağlılık, ademi, fıtri ekseni olan sahip olduğuyla yetinmek ve şükretmek doğrusundan çıkarmış; başkasının sahip olduklarına göz koyma yanlışlığına saptırmıştır. Bu bağlılık doymazlığı doğurmuş ve doymazlık, öyle bir hal almıştır ki; yeraltı ve yerüstü tarihin en rezil uğraşı olan nebbaşlığı ortaya çıkarmıştır. 

Nebbaşlık, ademoğlunun sefil bir aklın bir ürünüdür. Mezar/ölü soyuculuğudur nebbaşlık. Tarihi oldukça uzun zamanlara dayanan, akıllara ziyan  bu uğraş, esfelessefilin olmanın en somut şeklidir. Nebbaşlar, ölüler gömüldükten kısa bir süre mezarları açar, ölülerin kefelerini, altın dişlerini, tabutları ve hatta  mezarın kenarına konulan tahtaları bile çalıp satarak hayatını sürdürürlermiş. 

Hiç bir şeye sahip olmamanın sembolü olan kefeni çalacak kadar alçalan; yazarken bile ruhumu ürperten bu adamlar trajikomık ama bir dönem oldukça popülermiş. Dişçilik mesleğinin çok gelişmediği zamanlarda dişlere takılan malzemenin gümüş ve altından olması ve bazı yörelerde altın diş takmanın yüksek statü göstergesi olması sebebi ile -umarım böyle bir prestij sebebi bir daha dünyaya gelmez!! - bir çok zenginin çok sayıda altın diş taktırması, bu işe olan şevki artırırmış. Altın dişli amcaların yaşarken bu sebep ile prestij sahibi olduklarını sanmaları ile öldükten sonra elinde pensesiyle nebbaşla başbaşa kalmaları ne kadar da tezat ve korkunç değil mi? 

Nebbaşlık, kapitalizmden daha eski bir sömürü şeklidir. Bu sebeble nebbaşlığın kapitalistlere mihmandarlık yaptığını sanıyorum. 


Her ruhu çıkanın ölü olmadığı ihtimali olduğu gibi, her yaşayanın da yaşımıyor olma ihtimali vardır. Sonuçta düşünmeyen bir akla; coşmayan bir kalbe sahip ve kimseye faydası dokunmayan her insan kılıklı canlı, bir nevi ölü sayılır. Yani modernizmin etkisiyle beyinleri uyuşmuş, insanlığını yitirmiş, maddi manada sömürüldükleri yetmiyormuş gibi; ahlâkı, insanlık onuru, şerefi ve mutluluğu çalınmış ve çalınmaya devam edilen bu gözleri görmeyen, kulakları duymayan, akl etmeyen insancıklar ceset değil de nedir? Bu sebeple nebbaşların, ruhu çıkmış cesetlere musallat olması; kapitalistlerin, ruhu ölmüş cesetlere musallat olmasına örnek teşkil etmiş olabilir. 


Nebbaşlar işlerini kolaylaştırdığı için geceyi sever; kapitalistler de karanlıklarda yaşayan insanları tercih ederler. Bu sebeble aklı karanlıkta kalan her toplumun, kapitalistlerin istilasına uğrama olasılığı yüksektir. 


Nebbaşların en büyük geliri yerin altındadır; benzer şekilde  kapitalistlerin de böyle... Yani kapitalistlerin petrole düşkünlükleri boşuna değildir. Altın kefenli bir cesede sahip olduğu için yıllardır bıçak sırtında yaşayan, acı çeken ve sürekli bu nebbaşların tacizine uğrayarak rahat bırakılmayan bir dostumun söylemi ile, "yakındoğu" ülkelerinde yaşananlar bunu kanıtlayan en  açık örnektir. 


Velhasıl nebbaşlık, insanı sömürmenin en uç noktasıdır; kapitalizm de öyle.. Bu argümanlarla küçük bir sosyolojik gözlem yaptığımızda içinde bulunduğumuz bu toplumun nebbaşlarla olan ilişkisinin hangi boyutlarda olduğunu tahmin edebiliriz. Bütün zamanları gündüzlerde/Allah'la olan yaşayan bir topluma  nebbaşlar musallat olamaz; bu yüzden teyakkuzda olalım diyeceğim ama galiba teyakkuza geçmek çok uzun zamanımızı alacak; çünkü derin uykulardan uyanmak zordur..



-Sevilay Meraler-