31 Temmuz 2013 Çarşamba

MÜNZEVİNİN AYNALARI



Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
İnsanların en hakiri olduğumu düşünüp de
Ruhumu oruçlarla, erdemlerle
Kırbaçladığımda
Bakışlarımdaki kibri aynada
Yakaladığım zaman
Utançtan yüzümü avuçlarımla
Kime kapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
İnsanların en kibirlisi olduğumu düşünüp de
Onurları kırılmışların önünde
Yere kapandığımda
Varlığım bu küçümen tanrıların ayaklarıyla
Bir kenara itildiği zaman
Yakınmalarımı, sitemlerimi
Kime yapardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Harami ininde mürüvvet,
Köle pazarında paye dağıtılırken
''Bir kenarda kalma'yı marifet,
Ve unutulmayı marifet bilerek
Beyliği sultanların katında
Aramaya çıkıpta sonra
Yarı yoldan dönmeyi başardığım zaman
Sürurumu kime gösterip, kime
Kurum satardım, Tanrım?

Ya olmasaydın!
Sürurla dolup taştığım anlar
Dağları, sır yüklü develer gibi,
Yerinden oynatabileceğimi,
Yürütebileceğimi
Düşünüp coştuğum ve naralarımla
Yalnızca fareleri ürkütüp,
Vaşakları, dağ keçilerini...
Sonunda uyuyan aslanı
Uyandırdığım zaman
Hercai gönlümü can tasasıyla
Kimin yılkısına
Katardım, Tanrım?

Ya olmasaydın, Tanrım,
Ya olmasaydın!
Yürüdüğüm yollar tükendiğinde
Dostlar yabancıya,
Sıla gurbete benzediğinde...
Kırbamda su, heybemde azık
Ve türkülerimde...
Türkülerimde söz bittiğinde;

İnsanın kıt
Gecenin yıldızsız
İfritlerinse, daim peşimde
(Hem uyanıkken hem de düşümde)
Olduğu zaman,
Kimin kapısını omuzlayarak
Hoyratça açar da, kimin
Aynalarını parçalayarak
Canımı içeri atardım, Tanrım,
Sen olmasaydın?
                          Cahit Koytak

26 Temmuz 2013 Cuma

SEVİ

Ben şair değilim/ Şiirde şuur vardır/ Ben aşığım... -Mevlana-



Biliyorum.. Kızgın ve kırgınsın sevgilere.. Kırmışlar seni.. -Yani belki de  sen kendini kırmışsındır.- Bu sebeple O'na da kızgınsın ve O'nun yarattıklarına da.. Fakat adil değilsin! O'nu suçlaman sonsuz bir haksızlık.. Çünkü O, tercihi sana bırakmıştı ve sevgiyi bilmen için, kitabını da yollamıştı.  O kitap sevgiden çokça söz eder ve beynine sevdanın haritasını çizer biliyor musun?  O'nun kitabını oku lütfen.. Sevgiyle oku..

O varken, seni O'nu düşünmekten ve O'nu sevmekten alıkoyan şey nedir bilmiyorum.. O'nu kalbinin dışına atman hangi mantıkla ya da mantıksızlıkla açıklanır bilmiyorum. Beşer sevgiler uğruna yazdığın bunca sözden bir tanesini bile O'nun için yazmamış olman da neyle açıklanır bilmiyorum. Sadece üzülüyorum, çokça.. Yani bilinçsiz olsan neyse de.. Hani biliyorsun, okuyorsun,  düşünüyorsun, sorguluyorsun.. Zekisin.. Hem de çok.. 

Senden sadece kendini ve kalbini sorgulamanı istiyorum. Elinde bu sevgilerden ne kalmış , sorar mısın kendine? Bu kadar heba oluşun yetmedi mi? Hangi sonsuzluğa kadar bu acıyı çekeceksin ki? Hayat kitabının içindeki başlıklarına bir göz atsana. Hep yorgunluk, yalnızlık, buhran, korku ve acı var. Bir de hiç elde edemediği bir sevgili için ruhunu çürütmüş, sanal, ütopik ya da platonik ve dahi melankolik bir aşkın içinde ömrünü eritmiş bir adam/kadın var. Garip bir  serkeşlik seninkisi.. Oysa sen öyle değilsin biliyorum. Değerlisin..  Neden bunca eza, cefa, yara..

Her şeyi sorgulayan güzel kardeşim! Neden kalbini sorgulamazsın?


Aşk sorgulanmaz gibi bir gerekçeyle de çıkma karşıma! Sen hiç aşık olmamışsın! Kendini aşık sanıp da yazdığın bunca şiire karşın Mevlana:

.../
 Ben şair değilim!
 Şiirde şuur vardır,
 Ben aşığım...

diyerek aşıklığını şiirle sorgulamış.  Şuurlu bir insan olduğunu söylemiştim.. Umarım anlamışsındır..


Seni boyutsuzluğa davet ediyorum kardeşim. Davetime icabet edersen sevinirim.. Sen O'nu seviyorsun biliyorum.. Buna bütün kalbimle inanıyorum... Sadece bazı pasaklı cümleler, ruhunu bulandırmış.. Ayrılmanı, arınmanı istiyorum kardeşim! Bütün kirlerinden kelimelerin, bütün aldatışlarından imgelerin ve bütün faniliklerinden imlaların...

Bilyor musun, sevgisiz ve yalnız değilsin.. Sevmek ve sevilmek, yalnızca O'nunla ilintilidir. Kendini O'nunla çoğalt lütfen..  Sadece O'nu seversen, çokça sevilirsin; bunu unutma e mi? 

Sevgiyi bulman ve bu korkunç yalnızlığından kurtulman dileğiyle... Sevda ile...

 -Sevilay Meraler-




23 Temmuz 2013 Salı

BUHRAN ve EZAN

O gece, gözünü bir türlü uyku tutmuyordu. Zehirli bir keder, ansızın gelip, yerleşivermişti ruhuna. Hangi kuytuluktan gelmişti  ve neden bu kadar yakınındaydı bilmiyordu. Başını duvardan duvara vuran kör bir mahkum gibi dönüp durdu yatağında. Uyumak için bir çok şey denedi ama ne okuduğu kitap, ne telefonundaki slow müzik, ne zifiri karanlık oda... Hiç biri getiremedi uykuyu gözlerine.. Bir meczup nasıl bir buhrandan diğer buhrana düşüyorsa o da öyle düşüyordu aklının uçurumlarından. Cendereye atılmış bir heykel gibi hissediyordu kendini ve sanki her an kendinden bir parça kırılıyordu. 

Zamanla zamansızlığın, rızayla isyanın, geçmişle geleceğin, gelenekle inancın, 'an'la anlaşılmamanın birbiriyle cedelleştiği meydanda herkes en cahil haliyle sırıtırken, bir tek onun canı yanıyor gibiydi. "Yalan bu kadar çok doluşmamalıydı bu aleme!" deyip duruyordu... Yalan bu kadar çok doluşmamalıydı bu aleme... Zaman geçtikçe eksiliyor, parçaları koptukça azalıyordu. Zaman, kederi ve buhranı ruhuna mühürlemişti sanki. Derindi bu buhran çok derin... Delirecek gibiydi. Bir ara dostunu arayıp kederini paylaşmak istedi  ama zaman uygun değildi. Hem anlatsa ne olacaktı ki... Hangi ateşe düşmemiş pervane, ateşe düşmüş pervaneyi anlayabilirdi ki. Külüne bakıp ağlamaktan başka bir şey gelmezdi dostunun elinden.  

Bu buhrandan kurtulmak için önce pencereden sokağı ve semayı seyretti ama daha sonra  pencerenin, kederinin yanında ne kadar küçük kaldığını farketti. Kederini bir pencerenin küçüklüğü gideremezdi. Hırkasını giyip, balkona çıktı; önce sokağa baktı; köşede kıvrılmış  halde yatan  bir köpek dışında kimsecikler yoktu. Hava çok soğuktu ama üşümemeliydi; onun hırkası vardı, köpeğin yuvası yoktu; hal böyle iken üşümek olmazdı. Kederini önce sokağa atmak istedi ama sokak ıssızdı ve ıssızlık ıssızlıkla giderilmezdi ki.. Sokak lambasına baktı ama o da sanki bunu hissetmişti ve bu yükten kaçmak istercesine birdenbire sönüvermişti. Sonra ayın beyazlığına sığınmak istedi ama ay da kör bir nazara uğramış gibi elinden düşüp kırılmış, tuz buz olmuştu.
Bir tek sema kalmıştı kederi alacak ama sema da simsiyahtı. İki siyahlık birbirini nasıl ağırlayabilirdi ki. Sema da kederini kabul etmemişti ve semanın bu umursamaz tavrına çok içerlemişti. Belki de yanılıyordu. Belki sema siyahını hemen kabul etmişti ama  kederinin koyuluğu yıldızları siyaha boyamış, semayı karanlıkta bırakmıştı. Anlam verememişti bu karanlığa. 

Yaramaz bir çocuk gibi aklını çekiştirip duran kederi durduramıyordu. Çürümüş bir dua gibi hissediyordu kendini. Seher vaktine kadar ayrılmadı balkondan. Sonra sabah ezanı okunmaya başladı. Ezan okunmaya başlayınca, bütün ümitsizliğiyle kederini ezana atmak istedi. Biliyordu sokak, lamba, ay ve sema nasıl kabul etmediyse, ezan da kabul etmeyecekti ama yine de deneyecekti. Tedirgindi, kırıktı, yorgundu; bu yıkılmışlıklarla fırlattı kederini ve bütün içtenliğiyle ezana verdi kendini. 

.../
Hayya alel-felah...
Hayya alel-felah...
Hayya alel-felah...


Kederin ilacı...
Kaderin ilacı...


Ezan okundukça sanki o ağır yük, azalıyor, kederi kâinata boşalıyordu. Ezanın bitmesiyle kendini denizine kavuşan bir balık gibi hissetmesi bir olmuştu. Bütün içtenliğiyle almıştı ezan kederini... Ruhuna çektiği ezanı yanına alıp odasına geçti, abdestini aldı ve seccadesini açtı. 

Açtığı seccade değil, bahçeydi sanki... 


-Sevilay Meraler-

21 Temmuz 2013 Pazar

TANRIM NEREDESİN?

"Dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!'' -Cibran-


Elektro manyetik dalgaları görmüyorum; ama wırelesse inanıyorum hatta kullanıyorum, internet harika bişi tanrım!

Alıcıların yakaladığı sinyalleri görmüyorum; ama televizyona inanıyorum, hatta seyretmek çok keyifli oluyor valla..

Radyo dalgalarını da görmüyorum; ama radyoya inanıyorum; dinlemek çok güzel...

Frekansları da görmüyorum; ama cep telefonununa inanıyorum, birilerine hemen ulaşmak mucize gibi geliyor!
Bir de şimdi akıllı telefonlar var ya! Özelliklerini öğrendikçe, inan heyecan basıyor aklımı!

X ışınlarını görmüyorum; ama röntgene, tomografiye inanıyorum; hastaydım,  geçen gün çektirdim tanrım..

Ultrasonu görmüyorum; ama ultrason cihazına inanıyorum, kim demiş bebeğin cinsiyeti bilinmez diye, adamlar yapmış işte! 

UV ışınlarını görmüyorum; ama koruyucu faktörlü kremlere inanıyorum; bu sıcakta sürmeden dışarıya çıkılmaz!

Radyasyonu görmüyorum ama;  ona inanıyorum. DNA yı parçalayacak kadar zararlı olduğunu bildiğim için de ondan kaçıyorum!

Zamanı görmüyorum; ama saate inanıyorum, tanrım nasıl bir icattır bu!
Sevgiyi görmüyorum; ama sevgiye inanıyorum.
Nefreti görmüyorum; ama  çok kötü kırıyorum.


Seni de görmüyorum; ama görmediğim bir radyo dalgasının varlığına inandığım kadar inanamıyorum sana! 

Sahi bu nasıl oluyor tanrım!!!  





                                                                                                                 -Sevilay Meraler-
                                                                                                                          

..../
"tanrım konuş benimle" dedi
ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
ama adam duymadı.
sonra adam bağırdı:
''tanrım konuş benimle''.
ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
ama adam dinlemedi onu.
adam etrafına bakındı ve,
''tanrım seni görmeme izin ver'' dedi.
ve bir yıldız parladi gökyüzünde.
ama adam farkına varmadı.
ve yüksek sesle haykırdı:
''tanrım bana bir mucize göster''.
ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
ama adam bunu bilemedi.
sonra çaresizlik içinde sızlandı:
''dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!''
bir kelebek kondu adamın omzuna.
ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı... 



-Halil Cibran-

15 Temmuz 2013 Pazartesi

MALAYANİ MONOLOG/ZAMAN


Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” Hac/47


ve zaman bitiyorken.. 
-zaman biten bir şey mi? 
-değil!
-bitseydi hep var olur muydu? 
-olmazdı! 
-o zaman, zaman bitmez!

ve zaman akıyorken..
-zaman akışkan mı?
-değil! 
-peki yapışkan mı?
-olabilir!
-o halde zaman ruhumuza yapışmışken akabilir mi?
-akamaz!
-o zaman, zaman akmaz!

ve zamanla yarışmak..
-zaman insanın rakibi mi?
-değil!
-zaman insanın rakibi değilken zamanla yarışmak olur mu?
-olmaz!
-o zaman, zamanla yarışılmaz!

ve zamana uymalı..
-zamanın klişe bir formu var mı?
-yok!
-olmadığına göre neye/niye uyuyor insan? 
-bilmem!
-o zaman, zamana uyulmaz!

ve zamanı öldürmek..
-zaman ölen bir şey mi?
-değil! 
-yani insan zamanı öldüremez değil mi?
-yüksek ihtimaldir!
-yani zamanı öldürdüğünü sanan insan aslında kendini öldürür değil mi?
-olasıdır!
-o zaman, insan ölür, zaman ölmez!

ve ortak zaman dilimi..
-zaman izafi değil midir?
-izafidir! 
-öyleyse göreceye nesnelliği yüklemek olur mu?
-olmaz!
-o zaman, ortak zamanlar yok!

ve zamanı saatle/takvimle ölçmek..
-zaman ölçülecek bir şey mi?
-değil!
-saatin/takvimin olmadığı tarihlerde de zaman yok muydu? 
-vardı!
-o zaman, zaman ölçülmez!


geniş zamanlar umuyordunuz/oysa çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek diyor şair..
-zamanın boyutu var mı?
-yok! 
-zamanın boyutu olmadığına göre zamanı daraltmak olur mu?
-olmaz!

ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün dışında/yekpare bir anın parçalanmış akışında diyor şair..
-bu mümkün müdür?
-imkansız değildir!
-yani an yekpâre olabilir ve insan zamanın  içinde de olabilir dışında da.. öyleyse zaman alemler arası bir köprüde muallakta olmak olabilir mi? 
-olabilir!

ve zaman dağılıyorken..
-zaman dağılabilir mi?
-olasıdır!
-yani makrokosmos dalga içinde mikrokosmos bir dalga gibi. .. 
-yüksek olasılıkla!

ve zamanın tersi namaz..
-bir alaka olmalı değil mi?
-belki!
-yani yaratılan her şey zıttıyla kâimse eğer, zamanın da etimolojik tersiyle varlığının anlamını deşifre etmek mümkün olabilir.. 
-yüksek ihtimaldir!

ve zaman geçerken..
-zaman geçer mi? 
-ihtimaldir!
-yani her zaman kendine ait  insanını yanına alarak geçiyor olabilir.. değil mi? 
-olasıdır!

-ya biz zamanla ilgili her şeyi ne zaman bileceğiz?
-hiç bir zaman!

-Sevilay Meraler-

9 Temmuz 2013 Salı

GÖKTEN ÜÇ ADAM DÜŞTÜ

Gökten üç adam düştü. Biri kirliydi, biri imanlı, biri sevdalı...



Üçüyle de sohbet ettim..

Kirli adam, hep yalan söyledi,
İmanlı olan hep doğruydu, 
Sevdalı olansa çoğu zaman suskun...

Üçüne de O'nu sordum...

Kirli adam, O'nu sevmem ben dedi,
İmanlı olan, O'na derinden bağlıyım dedi,
Sevdalı olansa gülümsedi...

Üçüne de aşkı sordum...

Kirli adam, aşk şehvettir dedi,
İmanlı olan, helal aşk vardır dedi,
Sevdalı olansa ağladı...

Üçüne de insanı sordum...

Kirli adam, insan cesettir dedi,
İmanlı olan,  insan O'nun halefidir dedi,
Sevdalı olansa bir avuç toprak verdi...

Üçüne de ölümü sordum,

Kirli adam, ölmek yok olmaktır dedi,
İmanlı olan ölüm bir başlangıçtır dedi,
Sevdalı olansa güneşe baktı...

Üçüne de günahı sordum...

Kirli adam günah yoktur dedi,
İmanlı olan günah ateştir dedi,
Sevdalı olansa suyu gösterdi...

Sonra o üç adam bir adam oldu.
-Nasıl oldu bu? dedim.
-Üçlük benim mertebemdir dedi..
-Önce kirlendim, sonra iman ettim, sonra da sevdalandım.

-Sen de insansın.. Sen de kirlenebilirsin... Bu yüzden hiç kimseyi ama hiç kimseyi kirli deyip hor görme! dedi.

Böylece anlamıştım: "Kirlenmeden iman etmek, iman etmeden sevdalanmak olmazmış..." 

Bana düşense, sadece susmak ve dua etmekmiş...


-Sevilay Meraler-














4 Temmuz 2013 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/NEBBAŞLAR VE KAPİTALİSTLER




Ademoğlunun bu dünyadaki serüveni bir metre kundakla başlar; bir kaç metre kefenle biter. Bu gerçeği bilmesine rağmen gözü doymak bilmez ve bütün hayatını kazanmak hırsı ile biriktirmek azmi arasında geçirir. Bu cenderede ruhunu ezdikçe ezer; fakat yine de bundan vazgeçmez ve hatta bundan garip bir haz duyar. Kazana kazana biriktirip sahip olduğunu sanan adem, aslında kaza kaza üzerine atılacak toprağı biriktirmekte olduğunu  fark edemez.


Dünyaya bağlılık, ademi, fıtri ekseni olan sahip olduğuyla yetinmek ve şükretmek doğrusundan çıkarmış; başkasının sahip olduklarına göz koyma yanlışlığına saptırmıştır. Bu bağlılık doymazlığı doğurmuş ve doymazlık, öyle bir hal almıştır ki; yeraltı ve yerüstü tarihin en rezil uğraşı olan nebbaşlığı ortaya çıkarmıştır. 


Mezar/ölü soyuculuğudur nebbaşlık. Tarihi oldukça uzun zamanlara dayanan, akıllara ziyan  bu uğraş, 
ademoğlunun sefiller sefili aklının bir ürünüdür. Nebbaşlar, ölüler gömüldükten kısa bir süre mezarları açar, ölülerin kefelerini, altın dişlerini, tabutları ve hatta  mezarın kenarına konulan tahtaları bile çalıp satarak hayatını sürdürürlermiş. 

Hiç bir şeye sahip olmamanın sembolü olan kefeni çalacak kadar alçalan; yazarken bile ruhumu ürperten bu adamlar bir dönem oldukça popülermiş. Özellikle, dişçilik mesleğinin çok gelişmediği zamanlarda dişlere takılan malzemenin gümüş ve altından olması ve bazı yörelerde altın diş takmanın yüksek statü göstergesi olması sebebi ile -umarım böyle bir prestij sebebi bir daha dünyaya gelmez!! :) - bir çok zenginin çok sayıda altın diş taktırması, bu işe olan şevki artırırmış. Altın dişli amcaların yaşarken bu sebep ile prestij sahibi olduklarını sanmaları ile öldükten sonra elinde pensesiyle nebbaşla başbaşa kalmaları ne kadar da tezat ve korkunç değil mi? 

Nebbaşlık, kapitalizmden daha eski bir sömürü şeklidir. Bu sebeble nebbaşlığın kapitalistlere mihmandarlık yaptığını sanıyorum. Şöyle ki:

Her ruhu çıkanın ölü olmadığı ihtimali olduğu gibi, her yaşayanın da yaşımıyor olma ihtimali vardır. Sonuçta düşünmeyen bir akla; coşmayan bir kalbe sahip ve kimseye faydası dokunmayan her insan kılıklı canlı, bir nevi ölü sayılır. Yani modernizmin etkisiyle beyinleri uyuşmuş, insanlığını yitirmiş, maddi manada sömürüldükleri yetmiyormuş gibi; ahlâkı, insanlık onuru, şerefi ve mutluluğu çalınmış ve çalınmaya devam edilen bu gözleri görmeyen, kulakları duymayan, akl etmeyen insancıklar ceset değil de nedir? Bu sebeple nebbaşların, ruhu çıkmış cesetlere musallat olması; kapitalistlerin, ruhu ölmüş cesetlere musallat olmasına örnek teşkil etmiş olabilir. 

Nebbaşlar işlerini kolaylaştırdığı için geceyi sever; kapitalistler de karanlıklarda yaşayan insanları tercih ederler. Bu sebeble aklı karanlıkta kalan her toplumun, kapitalistlerin istilasına uğrama olasılığı yüksektir. 

Nebbaşların en büyük geliri yerin altındadır; benzer şekilde  kapitalistlerin de böyle. Yani kapitalistlerin petrole düşkünlükleri boşuna değildir. Altın kefenli bir cesede sahip olduğu için yıllardır bıçak sırtında yaşayan, acı çeken ve sürekli bu nebbaşların tacizine uğrayarak rahat bırakılmayan bir dostumun söylemi ile, "yakındoğu" ülkelerinde yaşananlar bunu kanıtlayan en  açık örnektir. 

Velhasıl nebbaşlık, insanı sömürmenin en uç noktasıdır; kapitalizm de öyle.. Bu argümanlarla küçük bir sosyolojik gözlem yaptığımızda içinde bulunduğumuz bu toplumun nebbaşlarla olan ilişkisinin hangi boyutlarda olduğunu tahmin edebiliriz. Bütün zamanları gündüzlerde/Allah'la olan yaşayan bir topluma  nebbaşlar musallat olamaz; bu yüzden teyakkuzda olalım diyeceğim ama galiba teyakkuza geçmek çok uzun zamanımızı alacak; çünkü derin uykulardan uyanmak zordur..


-Sevilay Meraler-