1 Nisan 2013 Pazartesi

ÇAMURUN İÇİNDE ARINMAK/CÜNDİOĞLU


Yazıya ilginç bir cümleyle başlamış Bay Dücane. "İnsan, özü gereği bilmek ister." demiş. Sahi böyle midir? Öyleyse neden yığınla bilmeyen ve bilmek istemeyen "insan!!" var?  Neyse okuyalım inşaallah.


İnsan, özü gereği bilmek ister.
Bu nedenledir ki düşünce tarihi, insanın bilme çabalarının tarihidir.
Her defasında yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe çıkmayı taleb eden insan ruhu, yukarıya çıkarken adımladığı her basamağı ister istemez düşünme sürecinin menzillerinden biri olarak kabul etmiş, düşünmeyi varlığının teminatı olarak görmekten kendisini alamamıştır, zira düşündüğü/düşünebildiği takdirde ancak varolduğunu duyumsamıştır.
Düşünen canlının yazgısı da bu işte!
İnsan varolduğunu (akletmek anlamında) düşünemez, sadece duyumsar (hisseder). Varoluşunu bilmesi düşünme değil,duyumsama aracılığıyladır. Var veya varlık kavramlarını düşünen/düşünebilen insan, varoluşunu düşünemez, aksine anlar ve duyumsar, ben'in varlığı kendisini akla değil, duyulara ve duygulara teslim ettiği içindir ki düşünen insan kendisinden gayrını dolaylı olarak bilirken, kendisini (aynını) dolayımsız olarak bilir.


Ruhun yukarı, hep daha yukarı çıkma yolundaki çabaları, her defasında basît'e, daha basît'e, en basîte ulaşmak isteğinin bir sonucu. Nitekim yukarı ifadesi, düşünme sözkonusu oldukda, basît anlamına gelir, daha yukarı ifadesidaha basît, dolayısıyla en yukarı ifadesi de en basît anlamına...

Dilerseniz, yukarı sözcüğünün yerine derin sözcüğünü kullanabilirsiniz, derine... daha derine... en derine...

Bu durumda —hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki— anlam değişmez, amaç yine basît olanı kavramaktır, basît olan ister yükseklerde, isterse derinlerde tasavvur edilsin, hiç farketmez. Uzakta olan, ulaşılmak istenen hep basît olandır.

Düşünmenin elinde değildir, hakkı verilince zorunlu olarak basît olanı taleb eder, her defasında daha basît olanı, mümkünse en basît olanı kavramaya çalışır.

Düşünme acemîlerinin anlamadığı taraf da burası. Onlar karmaşık olanın daha derin olduğunu zannederler, kavramlar karmaşıklaştıkça, yargılar çeşitlendikçe, düşünmenin nesneleri çoğaldıkça her nedense yükseleceklerine inanırlar. Bu yüzden de karmaşıklığın, çeşitliliğin, çokluğun içine gömülmeyi önemseyip sözü çoğaltmayı marifet bilirler.


Oysa sığlık, insan zihnine kendisini karmaşık bir surette sunar. Zihin, nesnelerini, önce çokluk (kesret) libâsıyla tanır; sonra onları libâsından soymayı öğrenir. Öğrendikçe çokluk azalır, hatta düşünme'nin hakkı verilirse en nihayet kesret vahdete dönüşüp yok olur.
Esasen bakılan'ın çokluğu, çeşitliliği, karmaşıklığı bakıştadır, bakışın kendisinde(n)dir, bakan'ın ve bakış'ın acemiliği nisbetindedir. Acemilik ortadan kalkarsa, bakılanlardaki çokluk, çeşitlilik ve karmaşıklık da ortadan kalkar. Sözgelimi acemî nâzır önce elmaları görür; bir süre sonra bir elma'yı görmeyi başarır, daha sonra zaman içinde bir'i görmeye başlar, en nihayet ustalaşırsa birlik'i görmek saadetine de kavuşabilir.
Zannediliyor mu ki elma bahçelerinde hiçbir elmayı görmeksizin sadece varlık'ı ve/veya birlik'i temaşa etmek kolaylıkla başarılabilecek umurdandır?
Aslâ!

Basît olan çokluğun tam da aksine çırılçıplak dolaşırken saklanır, onu açık/apaçık olarak, yani doğal haliyle görmek çaba ister, emek ister, pek tabii ki bir de nasib ister.
Peki basît nedir?
Basît'i bilmeksizin basît'i nasıl arayacağız, onu nerede ve nasıl bulacağız?!
Keşke bir çırpıda tanımlayabilsek basît olanı.
Basît'i bilmek için mürekkeb'i, yani basît olmayanı da bilmek, tanımak gerekiyor. Bir kavramı karşıtıyla bilmek, tâlibin elindeki en önemli imkân. Çünkü bilgi'yi karşıtlığın özünden devşirmektir bizim yazgımız.
Herşey zıddıyla münkeşif olur (açıklığa kavuşur), diye boşuna dememiş büyüklerimiz. Açıklığa kavuşmak zıtlığı tanımakla, zıtlığı tanımak ise zıtları bilmekle mümkün olduğuna göre, yola zıtlardan düşeceğiz çaresiz.
Basît'i basitçe -tıpkı nokta gibi- cüzleri olmayan diye tanımlamakla işin içinden çıkamıyoruz, zira bir kavramın veya nesnenin cüzleri başka bir kavramın veya nesnenin cüzlerine nisbetle daha az olduğu takdirde, cüzleri az olan kavrambasît olarak tanımlanabiliyor ki âlimlerimiz işbu basît'i gerçek anlamıyla basît addetmeyip onun basitliğini izafî olarak adlandırırlar, yani basît-i izafî gerçekte basît olmayıp nisbeten cüzleri daha az olana denir. Basit olan, yalın olandır. Parçasız. Unsursuz. Bütün. Tam. 
Yalın olan bütün olandır. Nitekim Hegel ne güzel söyler.

Das Wahre ist das Ganze!

Yani, hakikat demek bütün demektir.
Basît'in yaygın anlamı, hakikatleri muhtelif cüzlerden (cisimlerden) birleşmiş olmayan mânâsındaki basît-i örfîdir.
Üçüncü ve son anlamı ise, zâtında külliyet, cüziyet ve eksik niteliklerden herhangibir cüze sahip olmayan mânâsında kullanılan basît-i hakikîdir ki meselâ varlığı zorunlu olan (vacib'ul-vücud), akıl (ruh) veya nokta bu itibarla gerçek basît olarak kabul edilir.
Demek ki insan zihni basît'e, daha basît'e, en basît'e çıkmaya çalışırken, aslında basît gibi görünenlerden hareketle en sonunda gerçekten basît olan'a ulaşmaya çabalamış oluyor.
Birleşik (mürekkeb) terimine gelince, kısaca bu terim cüzleri olan demektir, basît-i izafî karşılığında kullanılırsa, başka bir şeye nisbetle daha fazla cüz’e sahip olan, basit-i örfî karşılığında kullanılırsa, hakikatleri muhtelif cüzlerden (cisimlerden) birleşmiş olan anlamına gelir.
Bu anlamıyla birleşik, tam veya eksik olabilir ki dileyenler dilediğince diledikleri açıklığın peşine düşebilirler.
Ben kendim ise sadece düşebilirim, düşüremem!
Birleşik olanların (mürekkebâtın) dünyasında birleşik olmanın bedelini ödemek zorundayız, üstelik seve seve ödemek zorundayız. Çünkü hz. insan kemâlini bir tek çıkmakla değil, inmekle de kazanıyor.
Çamura bulanmayanın arınmak için çabalamasının ne anlamı olabilir ki?
Ey tâlib, unutma ki kirlenmemek kirden münezzeh olanlara, arınmak ise yazgısı kirlenmek olanlara özgüdür.
Demek ki sen kirlenmemekle değil, arınmakla mükellefsin!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder