31 Ekim 2012 Çarşamba

YAĞMUR KOZMOPOLİT BİR AŞKTIR

Yağmur kozmopolit bir söylemdir...  

Ne çok acının, ne çok haksızlığın, ne çok kanın yaşandığı dünyamızda yağmur eşitliğin, özgürlüğün ve adaletin adıdır. Kırmadan, vurmadan, yaralamadan, ezmeden nasıl yaşanılacağını anlatır. Yaşatarak , ferahlatarak... Bizler gibi değil yani.. Çünkü;

Yağmur kozmopolit bir aşktır.. Hesapsızca yağar.. Sorgulamadan, yargılamadan.. 

Eşitlikçidir.. Apolitiktir.. Özgürlükçüdür.. 

Ne tarafgirliği vardır, ne çok yüzlülüğü.. Ne tenlerin rengine göre azaltır kendini, ne ruhların t/aşkınlıklarına göre çoğaltır.. Duru olanın da üstüne yağar, kuru olanın da.. Örtülünün de üstüne yağar, örtüsüzün de.. Kapitalistlerin de üzerine yağar, liberalistlerin de.. Marjinalleri de ıslatır, en sıradan olanları da.. 

Bakmayın rasyonel aklın onu bir su damlası basitliğinde gördüğüne.. O bir davanın yağışıdır.. En koyu izmlerinden de koyudur davası.. En irrasyonalist tavrıyla,  davasının en büyük savunucusudur. Sloganı kainatı inletecek kadar yumuşak ve sessizdir... Yumruğunu sıktığında ise kuramları, teorileri, sular seller götürür..

Yağmur kozmopolit bir aşktır.. Çelişkisiz yağar.. Muğlak niyetlerle ilişkisizdir.. Akılla ilişki/nsizdir yani..  Nettir.. Hiç olamadığımız kadar yani.. Egocul değil, insancıldır.. Sınırcısızdır.. Çizgileri bile yoktur.. Bütün çizilmişlerin sınırsızlığını savunur yani.. Yağdığında bütün çizgilerin renkleri dağılır.. Adildir de.. Dikenli telleri de ıslatacak kadar hatta.. 

Tekel özgürlükçüsü de değildir, dünyanın bütün ellerini ıslatır yani... Akımların, aklı ayırdığına inanmaz.. En tutkulu modernist aklı de ıslatır, en ilkel kabilenin akılsızlığını da.. Statüleri de takmaz hani! Bu yüzden batının kriterlerini de ıslatır, doğunun kritersizliğini de.. Kalbe de yağar, akla da.. 

Anarşist bir tavrı yoktur, çatışmacı da değildir.. Ne gökte kaos yaratır, ne yerde.. Öyle ki yağdığında damlalar bile birbirleriyle çarpışmaz.. Bireycidir.. Sürülere sürüce yağmaz, teklere, teker teker yağar.. 

Yağmur neden mi yağar? Nasıl yaşanması gerektiğini anlatmak, aşkı anlatmak için tabiki.. Siz de bunu anlayabilmek için aklınızı biraz yorun lütfen. Anlayacaksınız inanın.. Göreceksiniz ki yağmur ideal sandığımız aşkın en gerçek, en ıslak söylemidir.. 

Yağmur, kozmopolit bir söylemdir... Biz, kozmopolit bir çölüz.. Yağmurun çöle yağışı ise sadece aşktandır..  
-Sevilay Meraler-


22 Ekim 2012 Pazartesi

KEŞİF




Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin..
Canlarda ve tenlerde nihayet hep sen imişsin. .
Alemde nişan ister idim ben sana senden..
Gördüm ki bu alemde nişan hep sen imişsin...



-Molla Câmî-

KÜF KOKAN BİR YAZI/ CÜNDİOĞLU




Gam ve kasavetten kim hoşlanır?
Evet, kim, hüznün ve kederin nemli koridorlarında üşümekten büzüşmüş parmaklarını dermanı kalmamış nefesiyle hohlaya hohlaya ısıtmaktan zevk alabilir?

Galiba, pek az kimse.
Buna mukabil elimizde ne var bakalım: neşe, ferah ve sevinç.
Hepsi bu kadarsa, sormaktan niçin çekinelim o hâlde:
Yumuk yumuk gözleriyle dünya ışığını karşılayan bir başın utanç içinde kasılmış gövdesinin tam da aksine, yaşama inat, mini minnacık ayaklarıyla direne direne dünyaya adım atan şen bir bebeğin melekleri dahî tedirgin eden o yakıcı çığlığı, uçmasın diye üzerine yerleştirilmiş koca dağlarla örtülü yeryüzünü ne denli sarsabilir ki?
Sarsamaz.
Hiçbir çığlık, hiçbir feryad yeryüzünü sarsmaz, sarsamaz.
Yetişkince nârâlar atmaya da gerek yok. Yeryüzü gamsızdır çünkü, umursamaz.
Yaşama umudunu değil, bizatihi yaşam sevincini nerede arayıp nerede bulacağım öyleyse?
Sorarak öğrenmekten başka elimden ne gelir!
Beklemeyecek ve hemen soracağım:
Geç kalmış bir yaşamın umudu ne denli geçmişe ve geleceğe uzanır? Geç kalmış, yani gecikmiş bir yaşamı en yakın gelecekte ve en uzak geçmişte yaşama umudu?
Kıyameti geciktirmemeliyim.
Geç kalmışlık duygusunun geçmiş ve gelecek vehmi sade bir yanılsamadan öteye geçmez. Burası kesin.
Acele etmesiyse, sanılanın aksine, sonu uzaklaştırmaz, yaklaştırır. Umutsuz çabaları alkışlamak, çapalayan ellere en büyük hakarettir çünkü. Çapalayan, çabalayan, yani yazgısı olan sonu bile isteye çabuklaştıran ellere...
Ermekten korkan ellerin sahipleri utansın! Başkaları değil, kemâle ermekten korkan ve sırf korktuğu için yaşama direnen ellerin sahipleri...
Küf kokan bir yazı bu!
Kendime bırakılsam yazmayı istemediğim, ne var ki sırf bırakılmadığım için, kendi kendimle başbaşa kalmak adına yazmak zorunda olduğum bir yazı.
Aptallar cennetinde mutlu olmayı beceremediğim için mi kınanacağım?
Benden uzak olsun böylesi bir mutluluk!
Asırlık hüznüme karşılık teklif edilen sözümona bir couplelik yaşam sevincini şiddetle reddediyorum.
Başka bir nedenim yok, insan olmayı başaramamaktan korktuğum için reddediyorum.
Yoksulluğum övüncümdür, diyenin mübarek gözleriyle işaret ettiği o mahzun incir ağacının altında geçirmekte olduğum bitmez tükenmez bir ânın hülyasıyla kendimi kandırmayı becerebildiğim için sürülere özgü sevinçlere kapılmayı seçmek, ermek istediğim menzilin hakikatiyle mütenasib değil.
Bu yüzdendir ki sürtüne sürtüne yürümeyi beceremiyorum.
Çaresizim, aptalca bir sevincin salına salına dolaştığı anacaddelerde kendisiyle yanyana yürümeyi beceremediğim için bu sözde ihsanı reddediyorum.
Kelebeğin mumun ateşinde yanması yanmayı beceremeyenler için bir teselli kaynağı değildir, sadece imrenilesidir.
Isınmak için değil, ışıtmak için yanar kelebekler. Çığlık atmadan sessizce kavrulurlar yârin ateşinde. Yazgıları böyledir. Ağlayamazlar. Ağlanan oldukları için ağlayamazlar.
Küf kokan bir yazı bu!
Ne burnunu tıka, ne huzurdan ayrıl ey talib!
Talib, sade hakikatin talibidir. O hâlde hakikatin cilvelerinden yaka silkmeyi bırak da o nazlı dilberin cemalini ısrarla taleb etmeyi sürdür.
Bilmek mi istiyorsun?
Dinle ve verebilirsen sen cevap ver o hâlde:
Dayanabileceği son kertede çatırdayan muhkem balkon demirlerinin bile acısına dayanamadığı bir hüznün eşliğinde kendini boşluğa uçarken bulan adamın, izni olmaksızın güneşe bakmaktan kamaşmış gözlerden saklamayı tercih ettiği şaşkın bakışlarıyla karşılaşmak için ne denli büyük bir günah işlemiş olmalıyım?
İşlediğim büyük günahın niçin katmerleştiğini anlamak bu kadar mı zor?
O adamı öylece boşlukta tutabilmek için ne yapmam gerektiğini hiç bilemedim; başını şefkatle okşayıp o ölgün vücudunu usulca toprağın üzerine koymayı da beceremedim.
Ne diyebilirim ki?
Cânını teslim ettiği âna kadar handiyse onunla hiç karşılaşmadım.

15 Ekim 2012 Pazartesi

ACININ ÖMRÜ



acının ömrü bir içimlik baldıran..
cinneti dirilmiş sanrılardan kalan..
                                   biraz kaygısı gülerin, biraz vîrân..

acının ömrü bir içimlik baldıran..
cepleri boşalmış takvimlerden kalan..
                                     biraz korkusu ölümün, biraz perişan..



                       

-Sevilay Meraler-

13 Ekim 2012 Cumartesi

BEDENLERİ/RUHLARI ÖRTEMEYEN YAPRAKLAR


Allahım! Beni yalnızca seninle oya/la!


Allah, mutlak güç sahibi, mutlak tam ve mutlak tektir. İnsanoğlu, mutlak aciz, mutlak eksik ve mutlak çifttir. İnsan, iki eksikliğe sahiptir; biri, Allah'la ilgili olan eksiklik, diğeri kendisi gibi olanla ilgili olan eksiklik.. İnsanın Allah'la alakalı olan eksikliği, kişiye ait, tek, bağımsız ve sadece Allah'a teslimiyetle dolan bir eksikliktir. Kendi varlığıyla alakalı olan eksikliği ise, iki eksikliğin doldurduğu bir eksikliktir; ikiye ait, çift ve bağımlı.. Eksikliği ancak başka bir eksiklikle dolan bir eksiklik.. Adem ve Havva gibi yani.. Adem, Havva'nın kendisini dolduran eksik yanıydı, Havva Adem'in... 

Adem ve Havva birbirlerini birbirlerini eksikliğiyle dolu dolu yaşarlarken, başka bir eksiğin aldatışıyla en büyük eksikliğe düştüler. Şeytan, verdiği bir çift vesvese ile bu bir  çift eksikliği aldattı. Yasaklanan ağacın meyvesini tattılar.. Bu aldanış sonucunda Adem ve Havva'nın temiz özleri, nefislerinin aldatışıyla kirlendi. Adem ve Havva, utançlarının bedenleriyle alakalı olduğunu sanıp, günahlarını cennetteki yapraklarla kapatmaya çalıştılar ve fakat yapraklar bu utancı kapatmaya/afolunmaya yetmedi. Çünkü bu utanç, bedeni aşan büyük bir utançtı. Hiç bir yaprağın örtemeyeceği kadar büyük.. Bedenlerin sığ varlığına sığamayacak kadar ve bedenlerini aşan bir utanç.. Şeytan, onlara alemlerin en büyük kötülüğünü yaptı. Onlara, Allah'ı unutturdu ve bu büyük gafletle Ademle Havva, birbirlerinden değil Bir'den utandılar... 

Bu yüzden insanoğlunun ilk günahının, ilk ayıbının sadece bedeniyle alakalı olmadığı kanaatindeyim. Bedene indirgenmiş günah anlayışını baz alarak, günahı ve yaşamı anlamlandırmamız bizleri yanıltabilir. İlk günah, sadece bedenle alakalı bir günah olsaydı Allah cennetteki hiç bir varlığın bu utancı kapatmasına izin vermezdi. Bir yaprak olsa dahi.. Ancak Allah, onların itaatsizliğini affetmedi. İnsanın en büyük ve ilk günahı O'na teslim olmaması, O'na itaat etmemesi ve şeytana uymasıydı..

Ademle Havva'nın bedenleriyle işledikleri ikinci günah, bedenleri ile sınırlıydı ve o utancı örtmeye bir kaç cennet yaprağı yetmişti. Hz. Adem yıllarca pişmanlıktan perişan bir halde dua etti de affedildi. Ya bizler? Bizler, hem teslimiyetsizliğimizin hem de bedenimizin günahıyla pervasızca yaşarken ve utancımız bütün bedenimizi kaplamışken ve üstelik bundan utanmıyorken ve dahi etrafımızda hiç bir cennetin hiç bir yaprağı yokken, nasıl örtüneceğiz söyler misiniz? Dünyanın bütün yapraklarını getirseler, bedenlerimizin/ruhlarımızın utancını örtmeye yetecek mi? Korkuyorum.. Allahım ömrümüzü affımıza vesile kıl!
  -Sevilay Meraler-

5 Ekim 2012 Cuma

İZOLE BEDENLER/İZOLE RUHLAR


İnsan, beden ve ruhtan mürekkeb bir varlık. Beden, insanın maddi, ruh ise manevi varlığının temsilidir. İnsanı  insan yapan bu iki mefhumdan olan beden, göze indirgenmiş varlığıyla yokluğu tartışılmayan bir mefhumken, ruh, varlığı hâlâ  tartışılan bir mefhumdur. Rasyonel akıl ile sofu akıl arasında, yüzyıllardır süregelen bu tartışmada, ortaya ifrat ve tefrit noktasına ulaşan bir çok argüman atılmıştır. Gerek dini kaynaklarda, gerek bilimsel kaynaklarda ruhun ne olduğuna dair doğruluğu tartışılacak bir çok tanım yer almaktadır; ancak İslam referanslı bir bakış açısıyla baktığımızda Allah'ın Hz. Adem'i yaratırken ruhundan üfleyerek ona hayat vermesi, ruhun varlığı hakkında bilgi vermektedir. Ruh kavramının Kuran'da geçiyor olması varlığını kesin olarak kanıtlasa da niteliği konusunda net bir bilgi vermemektedir. Lâkin, ruh ve beden inancı arasındaki fark, görmekle alakalıdır. "Bedenin görmesi" ile "gönlün görmesi" arasında sonsuzluğun iki ucu arasındaki yol kadar mesafe vardır. Var olanı bedenin görmesi ve onaylaması basit, görülmeyeni onaylaması ise zor bir onaylama şeklidir. Bedenin gördüğüyle birlikte görmediğini de görmek, maneviyatla alakalıdır; maneviyat, görme ötesi bir görmedir.


Ruh, bedeni etkiler. Beden, hareketleriyle ruhu temsil eder ve ruh, niteliğini bedende kanıtlar.  Misal, alınlardaki secde izi, alnı secdeye değen ruhun izidir.. Ruhun beden üzerinde döminant bir etkisi vardır. Şöyle ki, bedenlerin kararması ruhların kararması ile olur, bedenin aklanması da yine ruhun aklanmasıyla alakalıdır; ancak buradaki beden aklığı ve karalığı tenlerin renginden öte bir şeydir, bu  imanın/temizliğin rengiyle alakalıdır; malum Allah katında kalıpların önemi yoktur ve İslamiyetin  bedenleri baskı altına alma ve sahiplenme gibi bir derdi de yoktur.. 

Takva, ruh ve beden birlikteliğinin artması veya azalması ile alakalıdır. Ruh ve beden arasındaki bu doğru orantı, insanın ruhunu ve bedenini izole ettiği durumlarda da geçerlidir. Kendini günahlardan ve kirlerden izole eden bir ruhun karşılığı temiz bir bedendir. Çilehanelerde ruhlarını ve bedenlerini izole eden dervişlerin, Allah'a bu yolla ulaşmaya çalışmaları bunun güzel bir örneğidir. Bunun dışında bedeni de bedenden izole etmek gerektiği kanaatindeyim, yoksa eksik takvamızla huzuru bulamayız. Çünkü, beden odaklı  uhrevi anlayış, insana huzurdan çok sıkıntı verir. Misal, takva elbisesini giymemiş bir insan, dünyanın en geniş ve kalın elbiselerini giyse de çıplaktır, abdest alan biri günahlarının da akan suyla birlikte temizlendiğini hissetmiyorsa kirlidir, namazın anlamını bilmeden namaz kılan sadece dini ritüelin bir parçası olur, mahşerin eşitliğini hissetmeyen bir beden tavaf ederken yalnızca koşar, rızayla yapılmayan infak, insanın maddi ve manevi hayatını eksiltir, ruhuyla dilini birleştiremeyen bir şehadet sadece sözden ibaret kalır. Bu nedenle ruhların dünyadan,  bedenlerin bedenden izole dilmesi gerekir.


Biz insanlar bir çok kaynakta her ne kadar Hz. Adem ve Hz. Havva'nın yasak meyvenin yenilmesi/itaatsizlik sonucunda "günahın çocukları" olarak görülsek de aslında bizler Hz. Adem'in "tövbesinin çocukları"yız. Çünkü Adem, özü itibarıyle zaten temizdi, günahı onu kirletti. Adem'in özü temiz olmasaydı "kirlenmek/günahlanmak" diye bir kavram olmayacaktı. Bilinir ki temiz olan kirlenir, kirli olan bir şey ise ancak daha fazla kirlenir. Bizler kendimizi günahlardan ve kirlerden izole ettikçe Rahman'ın bizi bu dünyaya kirli bir bez parçası gibi atmadığını, aksine değerli ve temiz olduğumuzu ve  temiz kaldığımız sürece hayatın ne kadar güzel olduğunu anlayacağız inşaallah.

 -Sevilay Meraler-