Mardin… Medeniyetler tarihinin
masum güzeli...
Safran sarısı rüzgârların, vefalı
yâri.
Gevherinde asaleti taşıyan, eskidikçe
estetiği bedeninde çoğaltan,
bin yılları aşan ömrüne rağmen ilahî soluğunu, bir muştu
gibi diri tutan mistik şehir.
Mardin… Duru bir sema gibi nezih,
kayıp bir simya gibi nihan ve
bir yağmur çiçeği gibi zarif...
Ruhu rutubet kapmış bir asırda,
güneşi bağrında taşıyan evleriyle,
yazgısını hep esenlikte tutan huzurlu
diyar.
Bu şehirle tanışmak, ilahî bir nefesi
içine çekmek gibi... Zira her
bir taşı bir efsunu ve bir sırrı taşıyor. Bu sebeple Mardin, gezilecek
değil, okunacak bir şehirdir. İnsana
kendini hatırlatan bu şehirde,
atılan her adım, varlığın sorgusuna
farklı bir ufuk aralayabilir
ve insan bu şehirde, erdeme dair
bütün kavramları yeniden tanımlayabilir.
Misal, prangalı insanlık,
hürriyeti, kendi semasında gönül
rahatlığıyla raks eden, gerdanı
siyah çizgili, beyaz güvercinden
öğrenebilir. Durağan fikirliler
ise, ilkbaharda, Mardin’in deniz
benizli ovasına bakarak, mavinin
göreceliğini fark edebilir.
Kabalığın ve hodkâmlığın hükümranlığını sürdürdüğü bu asırda,
Mardin kalesinin eteklerinden
Mezopotamya ovasına doğru
uzanan evlerin, gölgesinin dahi
birbirinin üstüne düşmediğini
öğrenince, inceliğinden mahcup
olabilir veya seher vakitlerinde,
kuş saraylarındaki kumruların,
bir dervişin hu çekişini anımsatan
ötüşlerini duyunca, dinlediği
bütün ritimleri, bir vakte kurban
edebilir.
Yalnızlığını, kalabalıklarla kıyaslamaktan bile mahrum olan
insan, Mardin sokaklarında yürüdüğünde, her zaman aşina
olunan begonvil, filbahri, nakkaş
sarmaşığı gibi kalabalık bitkilerin
yerine, yaşlanmış taşların arasında,
tek başına bitmiş, duvar fesleğeni
ve henbane gibi hür bitkilerin
estetiğini görünce, yalnızlığın
asaletine bir kez daha sarılabilir
ve eneze ümitlerini canlandıran
Rabbine binlerce kez şükredebilir.
Bir de ellerindeki gelincikleri gelin,
papatyaları taç yapan, hindibaları
üfleyerek uçuşturan ve
yapışkan otunu birbirinin elbisesine
yapıştırarak eğlenen çocukları
görünce, safiliğini anımsayarak
mutlu olabilir. Öte tarafta,
uçurtmasının çıtalarını çivileyen,
itinayla kuyruğunu süsleyen,
uçurtmasını havalandırmaya çabalayan
gençleri de görünce, nasıl
bir zindanda olduğunu fark
edebilir ve modernitenin dayattığı özgürlük tanımını yerle yeksan
edebilir.
Hayat gibi, dar olan sokaklarından
yayılan ekmek, tarçın ve
kahve kokusu, egzoz dumanlarının kesif ve müstekreh kokusuna
alışkın modern insan için, doğu
masallarının sırrını inkişaf ettirebilir
ve tertemiz havası ile şifanın
nefesini hissedebilir.
Yine kısa mesafelerde inşa edilmiş,
mahalleleri, evleri birbirine
bağlayan abbaraları görünce,
günde beş vakit huzurda durmanın
anlamını bir kez daha
keşfedebilir.
Mardin’de insanlar,
abbaralarda, yürüyünce durur,
yorulunca dinlenir, bunalınca
serinler ve saikalardan korunur.
Namaz da bu ivecen çağda, bir
hızdan diğer hıza savrulan insana,
durmanın ongunluğunu hissettirir
ve yine namaz, kıyamda
duranları, dünyanın eleminden,
ezasından ve dört tarafını sarmış
şeytan sıcağından korur.
Kazancılar çarşısından geçerken,
nasır tutmuş elleriyle bakıra tokmağıyla
şekil veren, isler içinde
bakır eşyaları kalaylayan ustaları
görünce, emek vermenin ne demek
olduğunu görebilir ya da
başında taşıdığı tepsi içinde halka
tatlı satan çocukların sesini duyunca
helal lokma kazanmanın
nasıl zor olduğunu anlayabilir.
Revaklı çarşıdan geçerken ise
duvarlara asılmış tablolarda ve
aynalarda Şahmaran’la göz göze
gelebilir. Şahmaran’ın gözlerine
baktıkça aldatmanın, aldanmanın
ve insanın hikâyesini en yalın
hâliyle keşfedebilir. Camsab’ın
biçareliği karşısında yaşadığı üzüntüyü dinleyince, ölüm, sadakat
ve kadın kavramları, mazisinden
pul pul dökülebilir.
Gümüşçülerde, kuyum ustalarının
işledikleri, nazenin telkâri
takıların ve eşyaların büyüsüne
kapılabilir, eline aldığı her parçayı,
Darya-ı Nur elması gibi büyük
bir özenle taşıyabilir. Ustalarla
sohbet edince, sanatın kalpleri
nasıl yumuşattığına ve insana
nasıl bir zarafet kazandırdığına
şahit olabilir. Gül küpeleri satın
aldığında ise bir gelinin necip hatıralarını
hissedebilir.
Zamanın bir ceylan uykusu kadar
ferah aktığı bu şehirde, medreselerin,
camilerin, türbelerin,
kiliselerin bir arada bulunması,
tekdüze hayatın dayatıldığı bu
renksiz dünyada, insana nasıl yaşanması
gerektiğini anlatır. Yani
bu şehirde, bütün ruhlar, ait olduğu
yerde hayat bulur.
Taşa hürmet edilen bu diyarda,
taş mekânların kapı ve pencerelerinin
çevresine işlenen lale, üzüm
salkımları ve karanfil motifli nakışlar
ve yazılan hatlar, kendini
ve Rabbini unutan insana, eşikten selam ile geçmenin ancak ve
ancak iman ve incelikle mümkün
olduğunu hatırlatır. Kapılarındaki
sadelik ise günden güne daha
sıkı koruduğumuz ve kilitleri
çoğalan kapılarımızın çok dışında
bir görüntü arz eder. Korkak,
boyalı ve gösterişli kapılarımızın
aksine, Mardin kapıları, yürekli,
boyasız ve sade… Üstelik hırsının sertliğini, yumuşak ve sahte
tavırlarla kaplayan biz ve bize
benzeyen kapılarımız gibi üstü
ahşap kaplamalı içi çelik de değil!
Ahşabı ahşap, çeliği çelik…
Mardin’de hayalî diyarları andı-
ran birçok mekân bulunuyor.
Bu mekânlardan biri de Sultan
İsa Medresesi... Mardin Kalesinin
altında, şehrin en yüksek yerinde
inşa edilmiş bu medrese, kavsaralı
portal örtüleri, kubbelerindeki
güvercinleri, eyvanındaki
çeşmesi, mescidi, türbesi ile nevi
şahsına münhasır bir duruş sergiliyor.
Bir dönem rasathane olarak
da kullanılan bu binanın yüksek
tavanları ise, insanın başını döndürecek
kadar muhteşem bir yapıda...
Medrese ana portalının derin nişinin
kavsara dolguları, kavsara
frizi ve bu frizin altında yer alan
nesih hat ve damla biçimindeki
istifli hattı oluşturan soylu taş
tezyinatı, bu kapıdan girenlere
gösterilen hürmetin en ince temsillerinden
biri… Kapısında asılı
bulunan, biri büyük diğeri küçük, iki ayrı tokmak, mahremiyetin
ve kadına saygının nasıl olması
gerektiğini en suskun hâliyle
anlatıyor. Edebin bir cüzünü bu
kapıdan öğrenen insan, bir zamanlar
bu şehrin, zincirler üzerine
okunan dualarla akreplerden
ve yılanlardan korunduğunu öğ renince avuçlarını bir kez daha
açıp, Rahman’a tevekkül etmenin
sonsuz huzurunu hissedebilir.
İki kubbesi ve iki mescidi bulunan
medresenin bir mescidi diğerinden
büyük fakat eşit durumdalar.
Şafii mezhebinden olanlar
için yapılan büyük mescidin alanının
genişliğine karşın, Hanefi
mezhebinden olanlar için yapılan küçük mescidin akustiği çok
yüksek. Buna şahit olan insan,
adaletin, nicel çoğunluğa karşın,
nitel çoğunlukla eşitlenebileceğini
görünce, gözleri dağlanmış
adalet anlayışına ince bir şerh
daha düşürebilir. Elindeki teraziyi
dengesiz bir şekilde tutanların,
nefislerini bir kefeye nasıl yığdığını ve zulmü basit bahanelere
nasıl sığdırdığını anlayabilir.
Bu medresede bütün kapılar ve
pencereler simetrik bir şekilde
yapılmış. Bu simetriğin, insanın
bu dünyadaki hali nasılsa, diğer
dünyada da aynı olacağını temsil
ettiğini öğrenmek, insanı aynalardan
soğutabilir ve yaşama nedenini
sorgulatabilir. Derslik kapılarının
kısa oluşu, insana, bilgeliğe
ancak, ilime duyulan saygı
ile ulaşılabileceğini anlatıyor.
Ayrıca, medresede müderrislerin
ve öğrencilerin kaldıkları küçük
odalar, büyüklüğü, mekâna değil,
kalbe atfeden en güzel vurgulardan
biri.
Mescidin mihrabı, ışığı geçiren
taşlardan yapılmış. Ayın şavkıyla
parlayan bu taşlar, ışığın
olmadığı vakitlerde hem ortamı
aydınlatıyor, hem de ayın şavkı,
taşlara alaca bir güzellik katıyor.
Ayrıca, mihrap nişi kemerinde,
nesih hatla taşa hâk edilmiş
Ayete’l-Kürsi, bir şemsiye gibi,
bu duanın altına sığınanları koruduğunu
ve nurlandırdığını en
zarif haliyle anlatıyor. Mescidin
pencerelerini kenarlarında ise
lale motifleri işlenmiş. Mescidin
ahşap penceresinden, Mardin’i
seyretmek isteyenler, dünyaya
bakarken de bakışlarını tevhitle
çerçevelemek gerektiğini öğrenebilir.
Bu hakikatin idrakine, bu
lalelere bakarak varabilir ve bu
deneyimden sonra kalplerine tevhidi
nakşedebilir.
Eyvanında akan çeşme, insanın
ve hayatın bütün aşamalarını anlatan
başka bir güzellik… Kendisi
de bir damla su olan insan,
hayat çeşmesinden bu su gibi
akar. İlk önce küçümen bir havuza
düşer, sonra coşku dolu uzun
bir havuza… İlk akış, bebeklik
ve çocukluk çağını, diğer akış ise
gençliği anlatır. Sonra o havuz,
dar ve uzun bir oyuğa dönüşür
ve dar bir oyukta kahırla akan
su, bir sonraki aşamada, daha dar
ve daha kısa bir oyukta ve fakat
daha büyük bir kahırla akar. Dar
oyuk, meşakkatli yaşlılık evresini,
daha dar olan oyuk ise ölümü
ve hesabı temsil eder. Üstü açık
ve geniş bir havuza ulaşan insan,
dünyanın darlığından kurtulur.
İyiliği bol olan su, rahmetle bereketlenen,
ayın, yıldızların ve gü-
neşin akisleriyle billur bir ırmağa
dönüşen haliyle havuzun en yüksek
oyuğundan Mezopotamya
ovasına akar ve tarihe, toprağa
ve insana hayat olur. Temiz ruhlar
da kalplere hikmet, nefislere
sükûnet ve imana bereket olarak
bu dünyadan ayrılır ve sefer selamete
erer.
Mardin… Kakuleyle demlenmiş
mırranın tadı…
Mardin… Zaferanın, sığdın ve
reyhanın adı…
http://www2.diyanet.gov.tr/DiniYayınlarGenelMudurlugu/DergiDokumanlar/Aylik/2016/aylik_kasim_2016.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder