31 Ocak 2018 Çarşamba

MARDİN



Mardin… Medeniyetler tarihinin masum güzeli... Safran sarısı rüzgârların, vefalı yâri. 

Gevherinde asaleti taşıyan, eskidikçe estetiği bedeninde çoğaltan, bin yılları aşan ömrüne rağmen ilahî soluğunu, bir muştu gibi diri tutan mistik şehir. 

Mardin… Duru bir sema gibi nezih, kayıp bir simya gibi nihan ve bir yağmur çiçeği gibi zarif... 

Ruhu rutubet kapmış bir asırda, güneşi bağrında taşıyan evleriyle, yazgısını hep esenlikte tutan huzurlu diyar. Bu şehirle tanışmak, ilahî bir nefesi içine çekmek gibi... Zira her bir taşı bir efsunu ve bir sırrı taşıyor. Bu sebeple Mardin, gezilecek değil, okunacak bir şehirdir. İnsana kendini hatırlatan bu şehirde, atılan her adım, varlığın sorgusuna farklı bir ufuk aralayabilir ve insan bu şehirde, erdeme dair bütün kavramları yeniden tanımlayabilir. Misal, prangalı insanlık, hürriyeti, kendi semasında gönül rahatlığıyla raks eden, gerdanı siyah çizgili, beyaz güvercinden öğrenebilir. Durağan fikirliler ise, ilkbaharda, Mardin’in deniz benizli ovasına bakarak, mavinin göreceliğini fark edebilir. Kabalığın ve hodkâmlığın hükümranlığını sürdürdüğü bu asırda, Mardin kalesinin eteklerinden Mezopotamya ovasına doğru uzanan evlerin, gölgesinin dahi birbirinin üstüne düşmediğini öğrenince, inceliğinden mahcup olabilir veya seher vakitlerinde, kuş saraylarındaki kumruların, bir dervişin hu çekişini anımsatan ötüşlerini duyunca, dinlediği bütün ritimleri, bir vakte kurban edebilir. 

Yalnızlığını, kalabalıklarla kıyaslamaktan bile mahrum olan insan, Mardin sokaklarında yürüdüğünde, her zaman aşina olunan begonvil, filbahri, nakkaş sarmaşığı gibi kalabalık bitkilerin yerine, yaşlanmış taşların arasında, tek başına bitmiş, duvar fesleğeni ve henbane gibi hür bitkilerin estetiğini görünce, yalnızlığın asaletine bir kez daha sarılabilir ve eneze ümitlerini canlandıran Rabbine binlerce kez şükredebilir. Bir de ellerindeki gelincikleri gelin, papatyaları taç yapan, hindibaları üfleyerek uçuşturan ve yapışkan otunu birbirinin elbisesine yapıştırarak eğlenen çocukları görünce, safiliğini anımsayarak mutlu olabilir. Öte tarafta, uçurtmasının çıtalarını çivileyen, itinayla kuyruğunu süsleyen, uçurtmasını havalandırmaya çabalayan gençleri de görünce, nasıl bir zindanda olduğunu fark edebilir ve modernitenin dayattığı özgürlük tanımını yerle yeksan edebilir. Hayat gibi, dar olan sokaklarından yayılan ekmek, tarçın ve kahve kokusu, egzoz dumanlarının kesif ve müstekreh kokusuna alışkın modern insan için, doğu masallarının sırrını inkişaf ettirebilir ve tertemiz havası ile şifanın nefesini hissedebilir. Yine kısa mesafelerde inşa edilmiş, mahalleleri, evleri birbirine bağlayan abbaraları görünce, günde beş vakit huzurda durmanın anlamını bir kez daha keşfedebilir. 

Mardin’de insanlar, abbaralarda, yürüyünce durur, yorulunca dinlenir, bunalınca serinler ve saikalardan korunur. Namaz da bu ivecen çağda, bir hızdan diğer hıza savrulan insana, durmanın ongunluğunu hissettirir ve yine namaz, kıyamda duranları, dünyanın eleminden, ezasından ve dört tarafını sarmış şeytan sıcağından korur. Kazancılar çarşısından geçerken, nasır tutmuş elleriyle bakıra tokmağıyla şekil veren, isler içinde bakır eşyaları kalaylayan ustaları görünce, emek vermenin ne demek olduğunu görebilir ya da başında taşıdığı tepsi içinde halka tatlı satan çocukların sesini duyunca helal lokma kazanmanın nasıl zor olduğunu anlayabilir. Revaklı çarşıdan geçerken ise duvarlara asılmış tablolarda ve aynalarda Şahmaran’la göz göze gelebilir. Şahmaran’ın gözlerine baktıkça aldatmanın, aldanmanın ve insanın hikâyesini en yalın hâliyle keşfedebilir. Camsab’ın biçareliği karşısında yaşadığı üzüntüyü dinleyince, ölüm, sadakat ve kadın kavramları, mazisinden pul pul dökülebilir. Gümüşçülerde, kuyum ustalarının işledikleri, nazenin telkâri takıların ve eşyaların büyüsüne kapılabilir, eline aldığı her parçayı, Darya-ı Nur elması gibi büyük bir özenle taşıyabilir. Ustalarla sohbet edince, sanatın kalpleri nasıl yumuşattığına ve insana nasıl bir zarafet kazandırdığına şahit olabilir. Gül küpeleri satın aldığında ise bir gelinin necip hatıralarını hissedebilir. 

Zamanın bir ceylan uykusu kadar ferah aktığı bu şehirde, medreselerin, camilerin, türbelerin, kiliselerin bir arada bulunması, tekdüze hayatın dayatıldığı bu renksiz dünyada, insana nasıl yaşanması gerektiğini anlatır. Yani bu şehirde, bütün ruhlar, ait olduğu yerde hayat bulur. Taşa hürmet edilen bu diyarda, taş mekânların kapı ve pencerelerinin çevresine işlenen lale, üzüm salkımları ve karanfil motifli nakışlar ve yazılan hatlar, kendini ve Rabbini unutan insana, eşikten selam ile geçmenin ancak ve ancak iman ve incelikle mümkün olduğunu hatırlatır. Kapılarındaki sadelik ise günden güne daha sıkı koruduğumuz ve kilitleri çoğalan kapılarımızın çok dışında bir görüntü arz eder. Korkak, boyalı ve gösterişli kapılarımızın aksine, Mardin kapıları, yürekli, boyasız ve sade… Üstelik hırsının sertliğini, yumuşak ve sahte tavırlarla kaplayan biz ve bize benzeyen kapılarımız gibi üstü ahşap kaplamalı içi çelik de değil! Ahşabı ahşap, çeliği çelik…

Mardin’de hayalî diyarları andı- ran birçok mekân bulunuyor. Bu mekânlardan biri de Sultan İsa Medresesi... Mardin Kalesinin altında, şehrin en yüksek yerinde inşa edilmiş bu medrese, kavsaralı portal örtüleri, kubbelerindeki güvercinleri, eyvanındaki çeşmesi, mescidi, türbesi ile nevi şahsına münhasır bir duruş sergiliyor. Bir dönem rasathane olarak da kullanılan bu binanın yüksek tavanları ise, insanın başını döndürecek kadar muhteşem bir yapıda... Medrese ana portalının derin nişinin kavsara dolguları, kavsara frizi ve bu frizin altında yer alan nesih hat ve damla biçimindeki istifli hattı oluşturan soylu taş tezyinatı, bu kapıdan girenlere gösterilen hürmetin en ince temsillerinden biri… Kapısında asılı bulunan, biri büyük diğeri küçük, iki ayrı tokmak, mahremiyetin ve kadına saygının nasıl olması gerektiğini en suskun hâliyle anlatıyor. Edebin bir cüzünü bu kapıdan öğrenen insan, bir zamanlar bu şehrin, zincirler üzerine okunan dualarla akreplerden ve yılanlardan korunduğunu öğ renince avuçlarını bir kez daha açıp, Rahman’a tevekkül etmenin sonsuz huzurunu hissedebilir. 

İki kubbesi ve iki mescidi bulunan medresenin bir mescidi diğerinden büyük fakat eşit durumdalar. Şafii mezhebinden olanlar için yapılan büyük mescidin alanının genişliğine karşın, Hanefi mezhebinden olanlar için yapılan küçük mescidin akustiği çok yüksek. Buna şahit olan insan, adaletin, nicel çoğunluğa karşın, nitel çoğunlukla eşitlenebileceğini görünce, gözleri dağlanmış adalet anlayışına ince bir şerh daha düşürebilir. Elindeki teraziyi dengesiz bir şekilde tutanların, nefislerini bir kefeye nasıl yığdığını ve zulmü basit bahanelere nasıl sığdırdığını anlayabilir. Bu medresede bütün kapılar ve pencereler simetrik bir şekilde yapılmış. Bu simetriğin, insanın bu dünyadaki hali nasılsa, diğer dünyada da aynı olacağını temsil ettiğini öğrenmek, insanı aynalardan soğutabilir ve yaşama nedenini sorgulatabilir. Derslik kapılarının kısa oluşu, insana, bilgeliğe ancak, ilime duyulan saygı ile ulaşılabileceğini anlatıyor. Ayrıca, medresede müderrislerin ve öğrencilerin kaldıkları küçük odalar, büyüklüğü, mekâna değil, kalbe atfeden en güzel vurgulardan biri. 

Mescidin mihrabı, ışığı geçiren taşlardan yapılmış. Ayın şavkıyla parlayan bu taşlar, ışığın olmadığı vakitlerde hem ortamı aydınlatıyor, hem de ayın şavkı, taşlara alaca bir güzellik katıyor. Ayrıca, mihrap nişi kemerinde, nesih hatla taşa hâk edilmiş Ayete’l-Kürsi, bir şemsiye gibi, bu duanın altına sığınanları koruduğunu ve nurlandırdığını en zarif haliyle anlatıyor. Mescidin pencerelerini kenarlarında ise lale motifleri işlenmiş. Mescidin ahşap penceresinden, Mardin’i seyretmek isteyenler, dünyaya bakarken de bakışlarını tevhitle çerçevelemek gerektiğini öğrenebilir. Bu hakikatin idrakine, bu lalelere bakarak varabilir ve bu deneyimden sonra kalplerine tevhidi nakşedebilir. 

Eyvanında akan çeşme, insanın ve hayatın bütün aşamalarını anlatan başka bir güzellik… Kendisi de bir damla su olan insan, hayat çeşmesinden bu su gibi akar. İlk önce küçümen bir havuza düşer, sonra coşku dolu uzun bir havuza… İlk akış, bebeklik ve çocukluk çağını, diğer akış ise gençliği anlatır. Sonra o havuz, dar ve uzun bir oyuğa dönüşür ve dar bir oyukta kahırla akan su, bir sonraki aşamada, daha dar ve daha kısa bir oyukta ve fakat daha büyük bir kahırla akar. Dar oyuk, meşakkatli yaşlılık evresini, daha dar olan oyuk ise ölümü ve hesabı temsil eder. Üstü açık ve geniş bir havuza ulaşan insan, dünyanın darlığından kurtulur. İyiliği bol olan su, rahmetle bereketlenen, ayın, yıldızların ve gü- neşin akisleriyle billur bir ırmağa dönüşen haliyle havuzun en yüksek oyuğundan Mezopotamya ovasına akar ve tarihe, toprağa ve insana hayat olur. Temiz ruhlar da kalplere hikmet, nefislere sükûnet ve imana bereket olarak bu dünyadan ayrılır ve sefer selamete erer. 

Mardin… Kakuleyle demlenmiş mırranın tadı… Mardin… Zaferanın, sığdın ve reyhanın adı…

http://www2.diyanet.gov.tr/DiniYayınlarGenelMudurlugu/DergiDokumanlar/Aylik/2016/aylik_kasim_2016.pdf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder