BİR ömür diyorum, yanıtı olmayan sorularla cebelleşerek
geçiyor. Fakat bu çetin savaşın
mağlubu hep o sorular oluyor.
Zavallı insan... Öğrendikçe donuk bir kuş cesedi gibi bakıyor
hayata. Devasa bir yanılgıya inanıyor ve doğruluğundan emin
olduğu her kavram, biraz sonra ölecek olan bir adamın eli
gibi yalnız bırakıyor onu. Sahi,
varlığından kaç yokluk çıkardı
insan? Bunu kendine hiç sordu
mu?
İnsan... Bir gölge çiçeği... Karanlık bir şakayık... Işığını gövdesiyle engelleyen bir varlık ve
hiç kimsenin gölgesi kendisinden uzun değil! Yaratıldığı ilk
andan itibaren, hem dünyanın
narı hem ukbanın nuru derisine yazılmış, yürüdükçe kanlar
içinde kalan bir ceylan… Mutluluğu bulduğu anda kaybeden,
varoluşsal acılarla donatılmış bir
vadi rüzgârı... Kaçışlardan medet uman, fakat her kaçışında
ayrı bir ölümle karşılaşan muhacir bir kuş...
Kaçar insan...
İnsandan kitaba, kitaptan toprağa... Manayı arar.
Yaşamın anlamını bulayım derken, kitapların ağına takılır ve
o artık bir tutsaktır. Okudukça
elemi artar. Zira kitapların sonu
gelir de kederin sonu gelmez.
Kitaplar... Üzerine saika düşmüş
bir adam gibi yakabilir insanı.
Apansız karşılaşılan bir cümle,
insanı cendere vadisine sürükleyebilir ve darmadağın edebilir.
İnsan yol kenarına atılmış bir
heykel gibi yaşamın manasını
beklerken, sert bir darbeyle parçalanabilir ya da merhametli bir
el onu yolun en emin tarafına çekip koruyabilir. Zira düşünmeyi
cüzzamlı bir sevgiliyi sever
gibi sevenler için ezalar da
cefalar da teyakkuzdadır!
“İnsanlar kıyıcıydı, kitaplara
kaçtım” demiş Cemil Meriç,
kitaplar çok merhametliymiş
gibi... Kitaplar da kıyıcıdır ve
insan bir ömür keskilerin arasında
gider gelir. Zaten ömür,
düşünen için kıyımlar toplamı
değil midir? Kitapların ön sözünden sızan o makûs mevsimlerin
kokusunu almayan veya
sayfaları her çevirişinde ayrı bir
dünyanın ağıdını duymayan var
mıdır?
İki kitap var elimde. İkisi de
O’na götüren türden. Okudukça,
aklanmaya ihtiyaç duyuyorum,
okudukça paklanmaya..
Kendime yöneliyorum. Kapılarımdan içeriye girmek istiyorum;
kapı dışı ediliyorum.
Mevlana: “Bizde kapılar içeriye
doğru açılır.” demiş. Ben kapılarımı hep dışarıya doğru açmışım galiba! Kapı/lıyorum…
Yine sarsılıyor benliğim ve yine
sersemliyor kibrim. Cümlelerin
karşısında donakalıyorum. Akla
isyan, benliğime bütün ağırlığıyla basıyor. Adımlarının izi,
ruhumda kalıyor. “Ben”e dair
ne varsa yıkmaya çalışıyorum;
lakin kalıntıları çok; çünkü kalabalığı
da çok. Ya esef!
İlk sayfada, İbn Arabi’nin “İnsanların
taş üzerine kazıdıkları
yüzyıllık yazılar, Allah için suya
yazılmış yazı gibidir.” sözünü
görüyorum ve bu ilk cümle bile
gönlümü çarpıp geçmeye yetiyor.
Meğer O’nun yazılmadığı
her kelime anlamsız, O’nun
olmadığı her cümle bomboş,
O’nun yazılmadığı her damla
mürekkep suretsizmiş diyorum
ve gözlerimden bin bir pişmanlıkla
akıyor okuduğum O’nsuz
kelimeler.
Arabi’nin bu sözünü okuyunca,
aklıma, şehrimdeki bir caminin
minaresine, kufi yazıyla yazılmış,
iki kitabe geliyor. İlkinde
“La İlahe İllallah Muhammedün
Resulüllah -Allah’tan başka
ilah yoktur, Muhammed (s.a.s.)
O’nun elçisidir- ikincisinde “Ve
men yetevekkel alallahi fehüve
hasbüh -Kim Allah’a tevekkül
ederse, Allah ona yeter yazıyor.
Önce, “İnsanların, Allah’ın ismini
taş üzerine kazdıkları,
yüzyıllık aşkların/yazıların bulunduğu”
bir şehirde yaşıyorum
diye seviniyorum; ama sonra
tuhaf bir hüzün çöküyor şehrime.
“Taşa yazılmış; ama kalplere
yazılmamış” diyorum ve soruyorum:
“Kalplere kazınması
için, kalplerin taşlaşması mı gerekiyor
Ya Rab?”
Kalbime bakıyorum, sahrayla
yoldaş! Kalp, sahra ve serap...
Kalbimden bir ses yükseliyor.
Yazık sana yazık!
Diğer sayfa... “Dünyaya gelince:
onu öldür, yoksa o seni öldürür”
diyor kitap ve soruyor: “Orak
ile buğday başağının öyküsünü
bilir misin? Ölüm, orağın ağzını
biler ve böylece başaklar yerlere
kapanıp secde eder.” diyor. En
keskin orağı diliyorum O’ndan.
Secdeme bakıyorum; faniliğe
bulaşmış. Secde, alnım ve
ölüm...
Alnımdan bir ses yankılanıyor.
Ya esef!
Kalp faslı düşüyor kitaba sonra.
Kalbe, ölüme ve zamana ilgimdendir
zahir, kalple ilgili cümleleri
yakamozları seyreder gibi
okuyorum. “Kalbin de kurbanı
vardır, unutmayın!” diyor kitap.
Duruyorum öyle. Durmanın
kötülüğüne inanmayanlardanım
ama “Allah kimsenin göğsüne iki kalp koymuş değildir”
ayetini hatırlayınca; kaçmamak
mümkün olmuyor. “Kalbini
dinle! O sana asla haram şeyler
fısıldamaz” diyor kitap. Kalbime
bakıyorum; ikiliğe dolanmış.
Kalp, ikilik ve teklik... Kalplerimi
dinliyorum; iki kalbimden
bir ses yankılanıyor. Ya veyl!
Gece okuyorum kitapları;
çünkü gündüzler, hüznün
karanlığını örtemiyor. Hüzünleniyorum. Sonra kitapta,
Lamartov’un şiirinden bir satır
ilişiyor gözüme. Bu defaki bir
gözyaşıydı / kederimin mücevheri...
Mücevherimi düşünüyorum. “Gözyaşlarını silmenin
en iyi yolu, bir gözyaşı nehrine
atlamaktır” diyor kitap. Gözyaşıma
bakıyorum; dünyaya
bulanmış. O’nun için akıttığım
mücevher, bir nehri doldurmuyor!
Gözyaşı, nehir ve mücevher.
Gözlerimden bir ses yankılanıyor. Heyhat!
Okudukça bitiriyorum; okudukça
bitiyorum. Felaketlerden
türemiş bir hüzünle doluyken,
kitaptaki bir teselli cümlesi kalbimi
nurlandırıyor. “Tevekkül
ehli için felaket ihtimali yoktur!
Tevekkül, felaket ve ümit… Tevekkülüme
bakıyorum; saflığa
bulaşmış. Tevekkülümden bir
ses yankılanıyor: “İnşallah...”
http://webdosya.diyanet.gov.tr/camilerhaftasi/Archive/2016/Files/Dok/Dergiler/Diyanet%20Aylık%20Dergi%20-%20Ekim%202016.pdf
http://webdosya.diyanet.gov.tr/camilerhaftasi/Archive/2016/Files/Dok/Dergiler/Diyanet%20Aylık%20Dergi%20-%20Ekim%202016.pdf