21 Mart 2018 Çarşamba

ALIK SALIK




Bir tek sana geç kalıyoruz Rabbim, bir tek seni bize geç bırakıyoruz Rabbim. Sapır sapır dökülen ömrümüzü, nefsimizle büzüştürdüğümüz yetmiyormuş gibi, akılsızlığımızla da eritiyoruz. Aldığımız her nefes, varoluşun kayrasından  bir parça koparıyor; verdiğimiz her nefes kemliğe bir lime daha ekliyor. Doymayan nefislerimiz ve ürpermeyen kalplerimiz ile bu kusursuz evrene defolu gözlerimizle bakıp, sözüm ona onarmaya çalışıyoruz. Bu sebep ile her yer bozuk ruhlarla dolu! 
İpe sapa gelmez bir hal bu!

Kemliği yuta yuta içimizde açan leş kaktüslerini büyütmek için, dudağı, kirli su birikintisine hasret, o siyahi çocuğun bile suyunu çalıyoruz. Her seferinde dünyayı kulaklarına küpe gibi takmış kadınların, kravatına  iğne gibi tutturmuş erkeklerin fütursuz cümleleri kuşatıyor beynimizi. Bulaşıcı bir hastalık gibi, cümlelerimiz bulaşıyor birbirimize. Konuşuyoruz, konuşuyoruz ve sükutu yıkıyoruz. Güzelim sükut, nerelerdesin? Hakikât diyoruz, hakikât... Heyhat! Beton mikserlerinde karıştırılmış bir ekmeği  yemişiz; ne kadar hakiki olabiliriz ki!


Oysa Seninle, ömrümüzün bütün demlerini  nevbahar gibi yaşayacakken, her gün yeniden ve yeniden doğacakken ve heybetli bir ağaç gibi dal budak salacakken ve renk renk çiçeklenecekken, o her yanı yeşil, o çok yeşil kalplerimizin, o nurdan varlığımızın önüne kendi nizamlarımızı yığıyoruz. 
Marazi, münhal, ebleh … 
Alık salık bir vaziyet bu! 

Sevilay MERALER







31 Ocak 2018 Çarşamba

İKİ KİTAP İKİ HÜZÜN İKİ ÜMİT



BİR ömür diyorum, yanıtı olmayan sorularla cebelleşerek geçiyor. Fakat bu çetin savaşın mağlubu hep o sorular oluyor. Zavallı insan... Öğrendikçe donuk bir kuş cesedi gibi bakıyor hayata. Devasa bir yanılgıya inanıyor ve doğruluğundan emin olduğu her kavram, biraz sonra ölecek olan bir adamın eli gibi yalnız bırakıyor onu. Sahi, varlığından kaç yokluk çıkardı insan? Bunu kendine hiç sordu mu? 

İnsan... Bir gölge çiçeği... Karanlık bir şakayık... Işığını gövdesiyle engelleyen bir varlık ve hiç kimsenin gölgesi kendisinden uzun değil! Yaratıldığı ilk andan itibaren, hem dünyanın narı hem ukbanın nuru derisine yazılmış, yürüdükçe kanlar içinde kalan bir ceylan… Mutluluğu bulduğu anda kaybeden, varoluşsal acılarla donatılmış bir vadi rüzgârı... Kaçışlardan medet uman, fakat her kaçışında ayrı bir ölümle karşılaşan muhacir bir kuş... 

Kaçar insan... İnsandan kitaba, kitaptan toprağa... Manayı arar. Yaşamın anlamını bulayım derken, kitapların ağına takılır ve o artık bir tutsaktır. Okudukça elemi artar. Zira kitapların sonu gelir de kederin sonu gelmez. Kitaplar... Üzerine saika düşmüş bir adam gibi yakabilir insanı. Apansız karşılaşılan bir cümle, insanı cendere vadisine sürükleyebilir ve darmadağın edebilir. İnsan yol kenarına atılmış bir heykel gibi yaşamın manasını beklerken, sert bir darbeyle parçalanabilir ya da merhametli bir el onu yolun en emin tarafına çekip koruyabilir. Zira düşünmeyi cüzzamlı bir sevgiliyi sever gibi sevenler için ezalar da cefalar da teyakkuzdadır! 

“İnsanlar kıyıcıydı, kitaplara kaçtım” demiş Cemil Meriç, kitaplar çok merhametliymiş gibi... Kitaplar da kıyıcıdır ve insan bir ömür keskilerin arasında gider gelir. Zaten ömür, düşünen için kıyımlar toplamı değil midir? Kitapların ön sözünden sızan o makûs mevsimlerin kokusunu almayan veya sayfaları her çevirişinde ayrı bir dünyanın ağıdını duymayan var mıdır? İki kitap var elimde. İkisi de O’na götüren türden. Okudukça, aklanmaya ihtiyaç duyuyorum, okudukça paklanmaya..

Kendime yöneliyorum. Kapılarımdan içeriye girmek istiyorum; kapı dışı ediliyorum. Mevlana: “Bizde kapılar içeriye doğru açılır.” demiş. Ben kapılarımı hep dışarıya doğru açmışım galiba! Kapı/lıyorum… Yine sarsılıyor benliğim ve yine sersemliyor kibrim. Cümlelerin karşısında donakalıyorum. Akla isyan, benliğime bütün ağırlığıyla basıyor. Adımlarının izi, ruhumda kalıyor. “Ben”e dair ne varsa yıkmaya çalışıyorum; lakin kalıntıları çok; çünkü kalabalığı da çok. Ya esef! 

İlk sayfada, İbn Arabi’nin “İnsanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için suya yazılmış yazı gibidir.” sözünü görüyorum ve bu ilk cümle bile gönlümü çarpıp geçmeye yetiyor. Meğer O’nun yazılmadığı her kelime anlamsız, O’nun olmadığı her cümle bomboş, O’nun yazılmadığı her damla mürekkep suretsizmiş diyorum ve gözlerimden bin bir pişmanlıkla akıyor okuduğum O’nsuz kelimeler. 

Arabi’nin bu sözünü okuyunca, aklıma, şehrimdeki bir caminin minaresine, kufi yazıyla yazılmış, iki kitabe geliyor. İlkinde “La İlahe İllallah Muhammedün Resulüllah -Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.s.) O’nun elçisidir- ikincisinde “Ve men yetevekkel alallahi fehüve hasbüh -Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter yazıyor. Önce, “İnsanların, Allah’ın ismini taş üzerine kazdıkları, yüzyıllık aşkların/yazıların bulunduğu” bir şehirde yaşıyorum diye seviniyorum; ama sonra tuhaf bir hüzün çöküyor şehrime. “Taşa yazılmış; ama kalplere yazılmamış” diyorum ve soruyorum: “Kalplere kazınması için, kalplerin taşlaşması mı gerekiyor Ya Rab?” Kalbime bakıyorum, sahrayla yoldaş! Kalp, sahra ve serap... Kalbimden bir ses yükseliyor. Yazık sana yazık!

Diğer sayfa... “Dünyaya gelince: onu öldür, yoksa o seni öldürür” diyor kitap ve soruyor: “Orak ile buğday başağının öyküsünü bilir misin? Ölüm, orağın ağzını biler ve böylece başaklar yerlere kapanıp secde eder.” diyor. En keskin orağı diliyorum O’ndan. Secdeme bakıyorum; faniliğe bulaşmış. Secde, alnım ve ölüm... Alnımdan bir ses yankılanıyor. Ya esef! 

Kalp faslı düşüyor kitaba sonra. Kalbe, ölüme ve zamana ilgimdendir zahir, kalple ilgili cümleleri yakamozları seyreder gibi okuyorum. “Kalbin de kurbanı vardır, unutmayın!” diyor kitap. Duruyorum öyle. Durmanın kötülüğüne inanmayanlardanım ama “Allah kimsenin göğsüne iki kalp koymuş değildir” ayetini hatırlayınca; kaçmamak mümkün olmuyor. “Kalbini dinle! O sana asla haram şeyler fısıldamaz” diyor kitap. Kalbime bakıyorum; ikiliğe dolanmış. Kalp, ikilik ve teklik... Kalplerimi dinliyorum; iki kalbimden bir ses yankılanıyor. Ya veyl! 

Gece okuyorum kitapları; çünkü gündüzler, hüznün karanlığını örtemiyor. Hüzünleniyorum. Sonra kitapta, Lamartov’un şiirinden bir satır ilişiyor gözüme. Bu defaki bir gözyaşıydı / kederimin mücevheri... Mücevherimi düşünüyorum. “Gözyaşlarını silmenin en iyi yolu, bir gözyaşı nehrine atlamaktır” diyor kitap. Gözyaşıma bakıyorum; dünyaya bulanmış. O’nun için akıttığım mücevher, bir nehri doldurmuyor! Gözyaşı, nehir ve mücevher. Gözlerimden bir ses yankılanıyor. Heyhat! 

Okudukça bitiriyorum; okudukça bitiyorum. Felaketlerden türemiş bir hüzünle doluyken, kitaptaki bir teselli cümlesi kalbimi nurlandırıyor. “Tevekkül ehli için felaket ihtimali yoktur! Tevekkül, felaket ve ümit… Tevekkülüme bakıyorum; saflığa bulaşmış. Tevekkülümden bir ses yankılanıyor: “İnşallah...” 

http://webdosya.diyanet.gov.tr/camilerhaftasi/Archive/2016/Files/Dok/Dergiler/Diyanet%20Aylık%20Dergi%20-%20Ekim%202016.pdf

MARDİN



Mardin… Medeniyetler tarihinin masum güzeli... Safran sarısı rüzgârların, vefalı yâri. 

Gevherinde asaleti taşıyan, eskidikçe estetiği bedeninde çoğaltan, bin yılları aşan ömrüne rağmen ilahî soluğunu, bir muştu gibi diri tutan mistik şehir. 

Mardin… Duru bir sema gibi nezih, kayıp bir simya gibi nihan ve bir yağmur çiçeği gibi zarif... 

Ruhu rutubet kapmış bir asırda, güneşi bağrında taşıyan evleriyle, yazgısını hep esenlikte tutan huzurlu diyar. Bu şehirle tanışmak, ilahî bir nefesi içine çekmek gibi... Zira her bir taşı bir efsunu ve bir sırrı taşıyor. Bu sebeple Mardin, gezilecek değil, okunacak bir şehirdir. İnsana kendini hatırlatan bu şehirde, atılan her adım, varlığın sorgusuna farklı bir ufuk aralayabilir ve insan bu şehirde, erdeme dair bütün kavramları yeniden tanımlayabilir. Misal, prangalı insanlık, hürriyeti, kendi semasında gönül rahatlığıyla raks eden, gerdanı siyah çizgili, beyaz güvercinden öğrenebilir. Durağan fikirliler ise, ilkbaharda, Mardin’in deniz benizli ovasına bakarak, mavinin göreceliğini fark edebilir. Kabalığın ve hodkâmlığın hükümranlığını sürdürdüğü bu asırda, Mardin kalesinin eteklerinden Mezopotamya ovasına doğru uzanan evlerin, gölgesinin dahi birbirinin üstüne düşmediğini öğrenince, inceliğinden mahcup olabilir veya seher vakitlerinde, kuş saraylarındaki kumruların, bir dervişin hu çekişini anımsatan ötüşlerini duyunca, dinlediği bütün ritimleri, bir vakte kurban edebilir. 

Yalnızlığını, kalabalıklarla kıyaslamaktan bile mahrum olan insan, Mardin sokaklarında yürüdüğünde, her zaman aşina olunan begonvil, filbahri, nakkaş sarmaşığı gibi kalabalık bitkilerin yerine, yaşlanmış taşların arasında, tek başına bitmiş, duvar fesleğeni ve henbane gibi hür bitkilerin estetiğini görünce, yalnızlığın asaletine bir kez daha sarılabilir ve eneze ümitlerini canlandıran Rabbine binlerce kez şükredebilir. Bir de ellerindeki gelincikleri gelin, papatyaları taç yapan, hindibaları üfleyerek uçuşturan ve yapışkan otunu birbirinin elbisesine yapıştırarak eğlenen çocukları görünce, safiliğini anımsayarak mutlu olabilir. Öte tarafta, uçurtmasının çıtalarını çivileyen, itinayla kuyruğunu süsleyen, uçurtmasını havalandırmaya çabalayan gençleri de görünce, nasıl bir zindanda olduğunu fark edebilir ve modernitenin dayattığı özgürlük tanımını yerle yeksan edebilir. Hayat gibi, dar olan sokaklarından yayılan ekmek, tarçın ve kahve kokusu, egzoz dumanlarının kesif ve müstekreh kokusuna alışkın modern insan için, doğu masallarının sırrını inkişaf ettirebilir ve tertemiz havası ile şifanın nefesini hissedebilir. Yine kısa mesafelerde inşa edilmiş, mahalleleri, evleri birbirine bağlayan abbaraları görünce, günde beş vakit huzurda durmanın anlamını bir kez daha keşfedebilir. 

Mardin’de insanlar, abbaralarda, yürüyünce durur, yorulunca dinlenir, bunalınca serinler ve saikalardan korunur. Namaz da bu ivecen çağda, bir hızdan diğer hıza savrulan insana, durmanın ongunluğunu hissettirir ve yine namaz, kıyamda duranları, dünyanın eleminden, ezasından ve dört tarafını sarmış şeytan sıcağından korur. Kazancılar çarşısından geçerken, nasır tutmuş elleriyle bakıra tokmağıyla şekil veren, isler içinde bakır eşyaları kalaylayan ustaları görünce, emek vermenin ne demek olduğunu görebilir ya da başında taşıdığı tepsi içinde halka tatlı satan çocukların sesini duyunca helal lokma kazanmanın nasıl zor olduğunu anlayabilir. Revaklı çarşıdan geçerken ise duvarlara asılmış tablolarda ve aynalarda Şahmaran’la göz göze gelebilir. Şahmaran’ın gözlerine baktıkça aldatmanın, aldanmanın ve insanın hikâyesini en yalın hâliyle keşfedebilir. Camsab’ın biçareliği karşısında yaşadığı üzüntüyü dinleyince, ölüm, sadakat ve kadın kavramları, mazisinden pul pul dökülebilir. Gümüşçülerde, kuyum ustalarının işledikleri, nazenin telkâri takıların ve eşyaların büyüsüne kapılabilir, eline aldığı her parçayı, Darya-ı Nur elması gibi büyük bir özenle taşıyabilir. Ustalarla sohbet edince, sanatın kalpleri nasıl yumuşattığına ve insana nasıl bir zarafet kazandırdığına şahit olabilir. Gül küpeleri satın aldığında ise bir gelinin necip hatıralarını hissedebilir. 

Zamanın bir ceylan uykusu kadar ferah aktığı bu şehirde, medreselerin, camilerin, türbelerin, kiliselerin bir arada bulunması, tekdüze hayatın dayatıldığı bu renksiz dünyada, insana nasıl yaşanması gerektiğini anlatır. Yani bu şehirde, bütün ruhlar, ait olduğu yerde hayat bulur. Taşa hürmet edilen bu diyarda, taş mekânların kapı ve pencerelerinin çevresine işlenen lale, üzüm salkımları ve karanfil motifli nakışlar ve yazılan hatlar, kendini ve Rabbini unutan insana, eşikten selam ile geçmenin ancak ve ancak iman ve incelikle mümkün olduğunu hatırlatır. Kapılarındaki sadelik ise günden güne daha sıkı koruduğumuz ve kilitleri çoğalan kapılarımızın çok dışında bir görüntü arz eder. Korkak, boyalı ve gösterişli kapılarımızın aksine, Mardin kapıları, yürekli, boyasız ve sade… Üstelik hırsının sertliğini, yumuşak ve sahte tavırlarla kaplayan biz ve bize benzeyen kapılarımız gibi üstü ahşap kaplamalı içi çelik de değil! Ahşabı ahşap, çeliği çelik…

Mardin’de hayalî diyarları andı- ran birçok mekân bulunuyor. Bu mekânlardan biri de Sultan İsa Medresesi... Mardin Kalesinin altında, şehrin en yüksek yerinde inşa edilmiş bu medrese, kavsaralı portal örtüleri, kubbelerindeki güvercinleri, eyvanındaki çeşmesi, mescidi, türbesi ile nevi şahsına münhasır bir duruş sergiliyor. Bir dönem rasathane olarak da kullanılan bu binanın yüksek tavanları ise, insanın başını döndürecek kadar muhteşem bir yapıda... Medrese ana portalının derin nişinin kavsara dolguları, kavsara frizi ve bu frizin altında yer alan nesih hat ve damla biçimindeki istifli hattı oluşturan soylu taş tezyinatı, bu kapıdan girenlere gösterilen hürmetin en ince temsillerinden biri… Kapısında asılı bulunan, biri büyük diğeri küçük, iki ayrı tokmak, mahremiyetin ve kadına saygının nasıl olması gerektiğini en suskun hâliyle anlatıyor. Edebin bir cüzünü bu kapıdan öğrenen insan, bir zamanlar bu şehrin, zincirler üzerine okunan dualarla akreplerden ve yılanlardan korunduğunu öğ renince avuçlarını bir kez daha açıp, Rahman’a tevekkül etmenin sonsuz huzurunu hissedebilir. 

İki kubbesi ve iki mescidi bulunan medresenin bir mescidi diğerinden büyük fakat eşit durumdalar. Şafii mezhebinden olanlar için yapılan büyük mescidin alanının genişliğine karşın, Hanefi mezhebinden olanlar için yapılan küçük mescidin akustiği çok yüksek. Buna şahit olan insan, adaletin, nicel çoğunluğa karşın, nitel çoğunlukla eşitlenebileceğini görünce, gözleri dağlanmış adalet anlayışına ince bir şerh daha düşürebilir. Elindeki teraziyi dengesiz bir şekilde tutanların, nefislerini bir kefeye nasıl yığdığını ve zulmü basit bahanelere nasıl sığdırdığını anlayabilir. Bu medresede bütün kapılar ve pencereler simetrik bir şekilde yapılmış. Bu simetriğin, insanın bu dünyadaki hali nasılsa, diğer dünyada da aynı olacağını temsil ettiğini öğrenmek, insanı aynalardan soğutabilir ve yaşama nedenini sorgulatabilir. Derslik kapılarının kısa oluşu, insana, bilgeliğe ancak, ilime duyulan saygı ile ulaşılabileceğini anlatıyor. Ayrıca, medresede müderrislerin ve öğrencilerin kaldıkları küçük odalar, büyüklüğü, mekâna değil, kalbe atfeden en güzel vurgulardan biri. 

Mescidin mihrabı, ışığı geçiren taşlardan yapılmış. Ayın şavkıyla parlayan bu taşlar, ışığın olmadığı vakitlerde hem ortamı aydınlatıyor, hem de ayın şavkı, taşlara alaca bir güzellik katıyor. Ayrıca, mihrap nişi kemerinde, nesih hatla taşa hâk edilmiş Ayete’l-Kürsi, bir şemsiye gibi, bu duanın altına sığınanları koruduğunu ve nurlandırdığını en zarif haliyle anlatıyor. Mescidin pencerelerini kenarlarında ise lale motifleri işlenmiş. Mescidin ahşap penceresinden, Mardin’i seyretmek isteyenler, dünyaya bakarken de bakışlarını tevhitle çerçevelemek gerektiğini öğrenebilir. Bu hakikatin idrakine, bu lalelere bakarak varabilir ve bu deneyimden sonra kalplerine tevhidi nakşedebilir. 

Eyvanında akan çeşme, insanın ve hayatın bütün aşamalarını anlatan başka bir güzellik… Kendisi de bir damla su olan insan, hayat çeşmesinden bu su gibi akar. İlk önce küçümen bir havuza düşer, sonra coşku dolu uzun bir havuza… İlk akış, bebeklik ve çocukluk çağını, diğer akış ise gençliği anlatır. Sonra o havuz, dar ve uzun bir oyuğa dönüşür ve dar bir oyukta kahırla akan su, bir sonraki aşamada, daha dar ve daha kısa bir oyukta ve fakat daha büyük bir kahırla akar. Dar oyuk, meşakkatli yaşlılık evresini, daha dar olan oyuk ise ölümü ve hesabı temsil eder. Üstü açık ve geniş bir havuza ulaşan insan, dünyanın darlığından kurtulur. İyiliği bol olan su, rahmetle bereketlenen, ayın, yıldızların ve gü- neşin akisleriyle billur bir ırmağa dönüşen haliyle havuzun en yüksek oyuğundan Mezopotamya ovasına akar ve tarihe, toprağa ve insana hayat olur. Temiz ruhlar da kalplere hikmet, nefislere sükûnet ve imana bereket olarak bu dünyadan ayrılır ve sefer selamete erer. 

Mardin… Kakuleyle demlenmiş mırranın tadı… Mardin… Zaferanın, sığdın ve reyhanın adı…

http://www2.diyanet.gov.tr/DiniYayınlarGenelMudurlugu/DergiDokumanlar/Aylik/2016/aylik_kasim_2016.pdf

KIYGI

Şirret uyanmamıştı henüz. Henüz, kanın o tiksindiren dokusunu tatmamıştı dünya. Ne göğün renginde is ne yağmurunda asit ne de rüzgârında zehir vardı. Hırsın kökleri, toprağa salınmamıştı.
Gökyüzündeki her yıldız, ait olduğu yere nasıl sabitlenmişse, yeryüzünde de her şey ait olduğu renge, en güzel yüzüyle, öyle sabitlenmişti.
Gün şaibesiz doğup, şaibesiz batıyordu. Toprak münezzehti, denizler  safi...
Kışın soğuğundan, baharın sıcağına göçen leylekler, henüz, zulmün soğuğundan, acının sıcağına göçen mazlumlara rastlamamıştı. Kargalar, hiçbir caniyle karşılaşmamış ve kazdıkları hiçbir mezarda çıyan görmemişti. Pırıl pırıl nehirler, meyveli ağaçlar, değerli madenler ve renk cümbüşü çiçekler herkesindi. Hudut, tapu, antlaşma gibi kelimeler, henüz yeryüzüne düşmemişti. Henüz kimse ‘benim!’ dememişti. Âdem’in elleri, denizden çıkmış beyaz bir balık gibiydi, kalbi de... 
İblis kulağına fısıldayalı, çamura/kendisine düşüp kirlenen kalbi, yeni yeni aklanmıştı. Ektiği bütün tohumlar kısa bir süre sonra filizlenip, buğdaya dönüştükçe ve bütün buğdayların tadı aynı olunca, ümitle bakmıştı dünyaya. Âdem, İblis’ten arınık kalbi ve dingin ruhu ile kendini, bu dünyaya, bir ceylanın yüzüne bir kaç damla yağmur serpiştirmeye veya bir kumruyu güneşle uyandırmaya gelmiş gibi hissediyordu. Bir gülibrişimle bitmez tükenmez hasbihâllere dalarken, dünyanın, az ötede duran o yasemin gibi daima halis kalacağını düşünüyordu.
İnsandı Âdem.  Rahman’ın nefesi tüm benliğine işlemiş,  latif bir varlıktı.
Vade dolana dek, varlığındaki bu derin güzelliğin, bu nefaset ve insicamda süreceğini sanıyordu. Bu sürur içinde yaşayabileceği düşüncesi ile bütün yorgunluğunu taşlara emanet edip, büyük bir metanetle serin bir vakte sığındı. 
Fakat uzun sürmedi bu kutlu merasim.
Bir gün,  tarlasının, o saf buğdayından yediği ekmeğin, kekremsi tadıyla gerildi.
Dudağının kenarında, bir şebnem tanesi gibi kalan tebessümü yere düştü. O şebnem buralı değilmiş, anladı.
Sonra bir saika düştü dünyaya, bir vaveyla ruhlara ve bir ağıt rüzgâra...
Taşlar çatladı, sular küflendi, ekinler çürüdü.
Hep doğumlara şahit olan Âdem, Kabil'i gördü, elinde Habil'in ölümü... 
Kabil, kalbini, İblis’in sözleriyle cilalamıştı. Bu sebep ile gönlü isliydi.
Yaradan’ı ve yaratılanı, nefsinin adıyla okumuştu. O da İblis gibi ‘ben!’ demişti.
Yeryüzüne miras kalacak o hırs dolu soluk, hışım dolu bakış, garaz dolu yumruk ve haset dolu ant, onda vücut bulmuştu.
Gökyüzünde ilk defa İblis’in hissesine düşen haset, yeryüzünde de ilk defa Kabil’ in hissesine düşmüştü ve bu düşüş, sonsuza dek devam etti. İblis’i huzurdan kovduran hırs, Kabil’i bir caniye çevirdi. İblis Âdem’i kıskandı, Kabil Habil’i… Bu hasetle, insana ait ne varsa cayır cayır yandı. Sonra, erdeme ait ne varsa küle döndü ve bu küllerden bir daha hiçbir fazilet doğmadı.
Kabil’in, hasetten kara bir zehir topuna dönüşen kalbi, bütün duyularını köreltti. Baktığı her şeyde İblis’in çizdiği resimleri gördü. Duyduğu her tınıda, İblis’in şarkılarını dinledi. Diline düşen İblis ise en şerli olanıydı. Kurduğu her cümle, yeryüzünü dikenli bir sarmaşık gibi sardı ve bütün çocukların düşlerini kanattı. Bundan dolayı diline vurulan mühür yüzünden Kabil, varlığının güzelliğine hiçbir zaman ulaşamadı.
İblis’in sözleri, toprağa biraz sonra tutuşacak bir saman yığını gibi dağıldı. Kabil, bu sözlerden, kendini Habil’e götürecek bir yol çizdi. Attığı her adımla yangına dönen bu yol, vardığı yerde, Kabil’in her iki dünyasını da yaktı.
Habil, inananlardandı. İnanan her kula nasip olan o vakar, O’nda da vardı. Kabil’in bu düşük tavrı karşısında duruşunu bozmadı. O âlemlerin Rabbinin verdiği müjdeyi duymuştu. Zahirde görülen acının, batındaki huzurundan haberdardı. Faniyi bakiye değişmedi. Ruhunu cesede teslim etmedi. Zalimlerden olmadı.
Kabil kardeşini öldürüp, cesediyle baş başa kalınca, derin bir pişmanlığa düştü. Bu pişmanlıkta kendini teselli edecek cümleler duymak istedi fakat İblis, ağına düşürdüğü herkes gibi onu da ateşe attıktan sonra terk etti. Çünkü İblis’in fıtrata müdahalesinde, vicdana dokunma izni yoktu. Kabil bir ateşten çıkıp başka bir ateşe düşmeni pişmanlığında öylece bekledi.
Kardeşini gömmeyi bir kargadan öğrenen Kabil, merhametini gömmeyi de İblis’ten öğrenmişti.
Pişmandı. Fakat heyhat! Çok geç kalmıştı.
Âdem geldi sonra. Habil’e baktı. Oğlunun ellerinde nur, gönlünde sürur gördü.
Cennette selamlanan bir kul, nasıl baktıysa nurdan saraylara, Habil de öyle baktı babasına.
Âdem geldi sonra.  Kabile baktı. Oğlunun ellerinde kan, ayaklarında katran gördü.
Kefene sarılmış bir ceset nasıl baktıysa dünyaya, Kabil de öyle baktı babasına.
Âdem’in Kabil’e olan öfkesi, Habil’e duyduğu keder ile harmanlandı. Kabil’e şöyle seslendi:
Ey aynı sancıların çocuğu! Aynı ayrılığın feryadı, aynı sütün fakiri! Kanının rengi aynı olan ey!
Söylesene! Hangi halvet çeldi aklını, hangi şeytanın gölgesi düştü üzerine? Kıvrılıp yatarken zebanilerin koynunda, hangi ara öğrendi ruhun keyif almayı? Hakikatin yazgısını kanla yazmayı marifetten sayarken, cenneti hak görmeyi, hangi körlüğün ocağında körükledin?
Bu kibir, bu haset nedendi? Seni Habil’den ayıran neydi? Hücrelerinin sayısı mı  farklıydı, yoksa ciğerinin çeperi mi daha genişti? Gamı nakşederken dünyanın ellerine, nasıl bir narkoz aldın da kardeşini deşip geçti? İblis iğneleri gözlerine nasıl batırabildi?
Ey kâbesi kara, sermayesi yara, durağı muamma! Ey aynı taşın konuğu, aynı toprağın ölüsü! Aynı sorunun, aynı karşılığı! Ey unutan, unutan, unutan... Unutma! İnsan unutandır, Sırat hatırlatan! 
Gözlerinden sicim sicim akan gözyaşlarıyla Âdem, iki büyük acıyı kalbine yüklenerek ayrıldı. Kabil kaçtı.
Bu dünyada hissedilen her an, yaşanılan her dakika ve geçen her gün hızla akarken, geleceğin vakitlerine de kendinden bir parça taşıyarak akar. Kabil’in kardeşini öldürdüğü o gün de bugüne, kendinden bir parça taşıdı. O gün dünyanın duvağı açıldı. Müminlerin yazgısı o gün düştü toprağa. O gün başladı dünyanın kemliği. İnsanın, merhamete tutunan bağı, o gün kesildi ve salt bu sebep ile bir ömür dinmedi gözündeki yaşlar.
Zekeriya’yı kesecek eller o gün saklandı o ağacın kavuğuna. Yahya’nın celladı o gün biledi kılıcını. İsa’nın çarmıhı o gün çivilendi. O gün katıldı zehir Hasan’ın bardağına. Hüseyin’den o gün kaçtı nehirler. Kerbela’nın toprağına zehirler o gün serpildi. O gün yaraladı Ali’yi hançerler.
O gün yandı Halep. Srebrenitsa’da katliamlar o gün yapıldı. Arakan’da müminler o gün yakıldı. O gün vurdu Aylan’nın cesedi kıyıya. Aynı gün tasarlandı Meryem’e iftiralar, Ferhunde o gün taşlandı.
Ve bir bela sardı dünyayı. Hem de inananların yakasını hiç bırakmamacasına.
Bizleri Kabil’in kavminden koru Rabbim!

http://www.diyanetdergi.com/kultur-sanat-edebiyat/item/568-kiygi

TESLİM



Huzurundayım, Rabbim! Kendimin ellerinden tutarak bakıyorum sana. Bu duruş, benim Sen’den başka kimsemin olmadığının en büyük delili... Bir şair yalnızlığıyla değil, şuurumun kalbime aktığı bir yalnızlıkla karşındayım. O beyinlerin çatlayacağı gün, kalabalıksız durmaların çarpıntısıyla. Karşı kıyıları keşfetmiş, bir mümin kaygısıyla. Bütün kalabalıklar seccademin sınırları dışında... İnsanlar, cümleler, eşyalar... Karşındayım, yalnız... Sağ elim, sol elimin üstünde… Ancak böyle okuyabiliyorum ayetlerini. Yani bütün şerler, hayrın elleri altında iken. Sağ elim, sol elimi tutuyor; tıpkı bir annenin tandıra koşan çocuğunu tutar gibi... Hem İbrahim de sağ eliyle devirmişti sanemi. Kendimi Sen’in için tutuyorum. Yoksa bu popüler zemin beni cennetimden alıkoyacak biliyorum. Yani Sen’i görebilmenin güzelliğinden. Bizleri Rabbim, muştulu olanlardan eyle! 

Huzurundayım! Gözlerimdeki perdelerin sayısı, âlemlerinin sayısı kadar... Suda boğulanlara da şahidim, denizin yarıldığı yolda gidenlere de... Lakin kalbim, müşkülpesent! Seni görmemek için türlü handikaba sevdalı! Günde beş vakit dilimde olan Leyla, gözlerime oturamadı henüz. Seni söylemek kolay ama ya görmek Rabbim? Bir çiğ tanesi, bir karıncanın nefesi ama... Perdelerimizi kaldır Rabbim! 

Omuzlarımdaki ağırlık, muvazenesiz! Dünyayı sırtlarken, bütün varlığımı sol omzuma yükledim. Çünkü bütün yükleri taşıyacak kadar güçlü görünüyordu. Bu yük ile hep aksayarak, hep düşerek yürüdüm; bir ahmak gibi, düşmeme ihtimalini göz ardı ederek, bir hiç uğruna ve yılmadan… İlerlediğimi sandığımda, ayaklarımdaki çivileri fark ettim. İnsan yürüse de ilerleyemeyebilirmiş, onu da öğrendim. Yıllarca aynı durağın, farklı vakitlerde değişen rengini, başka şehirler sanmışım. Ne büyük yanılgı! Öyleyse yükümü hafiflet Rabbim, yolumu dengele! 

Kalbim ise Rabbim, kalbim, Sen’in dışında bütün tutulmalara karşı müdebbir. Kapıyı açık unutursam katran karası belalara, Sen’siz diyarlara savrulacağım, biliyorum. “Kalp, rüzgârın kırda, bir oraya bir buraya savurduğu bir tüy gibidir” demiş güzeller güzeli peygamberin. Şimdi ben, bu nefislerin dağ gibi sabitlendiği kentlerimizde, betonlar arasında savrulup duran kalbimi kristal bir fanusa benzeyen nurunla korumaya çalışıyorum! Ve fakat kalpler demir, gözler bakır! Koru kalbimi Rabbim!

 Kıyamda duruyorum; ama ateş üstünde duran o ihtiyar Hint fakiri gibi... Yerden serinletme sistemine alışkın tabanlarımızla bunu nasıl hissediyorum bilmiyorum. Fakat o fakir, şovunun kazancında mutluyken, benim ayaklarım dördüncü derece yanık! Şimdi o ateşi saklama gayretindeyim. Nasıl saklanır da bilmiyorum ki. Sanki saklamaya çalıştıkça daha alımlı oluyor. Ezanınla yayılan ismin de aşikâr ama... Bilmiyorum işte, nakıslığım çok! Gizimi ve cehaletimi koru Rabbim! 

Bu hologram çağında, artık her yer balığın karnı gibi... Deniz diye atladığımız her mavilik bir karanlığa götürüyor bizi. Biz ise Yunus değiliz, Yusuf değiliz... Hiç olamayacağız gibi duruyor. Boğdukça boğuyor bizi mavilikler. Bir huzur diğer huzurun cellâdı oluyor. Mavilerimiz ateş mavisi… Bizi affet! İnsan cennette suni cennetler icat edecek kadar maharetli vesselam... Ve fakat bütün bu afur tafur yürüyüşlerimizin sonu önünde kapanmakta son buluyor. Bize yardım et! 

Sana teslimiyetimizi müthiş bir asudelik içinde anlatmak Sen’in bize verdiğin en büyük cezalardan biri gibi duruyor. En ihtişamlı sofraları teşhir edip şükrediyoruz, en artistik pozumuzla Sen’den bir parça taşıdığımızı, cümle âleme kanıtlıyoruz. Fırtınasız, boransız, bombasız teslimiyetlerimizle nasıl da mağruruz! Ölümlerin magazinleştiği bir çağda, şerha şerha açılmış bedenindeki acısını dindirmek için ayetlerine sarılan çocuk gibi olmadıkça anlayamayacağız ciddiyetini. Bizi, lakaytlığımızdan koru!

Bu dünya ayağımıza çelme takıyor Rabbim. Attığımız her adımın önünde devasa bir taş var ve dünya yaşlandıkça taşlar büyüyor. Mescit diye yarattığın yeryüzünde, gökdelen gibi ayakkabılarımızla yürüyoruz. Artık bastığımız her yer, mülevves... Topuklarımı söküyorum ilkin, sonra da aymaz bir aynaza atıyorum, ayakkabımı. Sana ancak, özgür bir ayakla gelebilirim diyorum. Düştüğümde kanayan dizlerimi de yine kendi ellerimle örtüyorum. Bütün bedenim, karşında saygıyla eğilmişken, yaralarım Âdem’in ayıbı gibi mahcup... Hem karşına açıklarımla çıkamam ki! Yok, ben Sana yarasız gelmeliyim! 

http://www2.diyanet.gov.tr/DiniYayınlarGenelMudurlugu/DergiDokumanlar/Aylik/2016/aylik_agustos_2016.pdf