Şiir okumayı severdi. En çok da yalnızlık kokan
şiirleri... Çünkü o da yalnızdı. Evinin baş köşesindeki, bordo çiçekli, dolaplı
divanının kitaplığında, itinayla dizilmiş bir çok şiir kitabı bulunurdu.
Şiirleri, çocuklarıymış gibi sever, her şiiri, taşıdığı duyguya uygun bir ses
tonuyla okurdu. Fakat çoğu zaman bazılarını anlamakta zorlanırdı. Özellikle de yalnızlığın insana verdiği o
derin ıstıraptan bahseden şiirleri...Misal Aragon'un:"Yalnız insan merdivendir/Hiçbir
yere ulaşmayan/Sürülür yabancı diye/Dayandığı
kapılardan" mısralarına
anlam vermez, yalnızlığın, insanı, bu kadar yaralayacağına ihtimal vermezdi. O
da yalnızdı fakat hiç bir zaman, bu acıyı, bu denli hissetmezdi. Çünkü o, yalnızlığını
kutsal bir mayayla yoğurmuş ve sıcak bir ekmek kokusu gibi içine
çekmişti. İnsan, hangi duygunun coğrafyasında yetişmişse, yalnızlığın ona, o şehrin
kokusuyla geldiğini de bilirdi. O da ömrünün bütün mevsimlerinde, yalnızlığı,
sıcak bir selam gibi karşılamış, onunla olan birlikteliğinden hiç rahatsız
olmamıştı. Hatta yalnızlığını bir gül gibi yakasında taşımıştı.
Birileri onun yalnızlığına söz edecek olursa, Dağlarca'nın: "Ilık
bir su gibidir içimde yalnızlığım/yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir/her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir." mısralarıyla cevap verirdi.
Yalnızlık,
ruhuna, semadan bazen bir ışık huzmesi, bazen bir su demeti gibi
akardı. En çok yağmuru severdi. Ovaya yağışını seyrederken, farklı bir
heyecan duyar, mutlaka ellerini dua eder gibi açıp, o ilahi suyu avuçlarına doldururdu.
Yağmurun yağan her bir tanesini bir saraya benzetir, o damlaların, dünyanın
bütün yıkıntılarının üstüne bir huzur saltanatı kurduğuna inanırdı. Hatta yağmura
neden yağmur denildiğine anlam vermez, yağmura "yağnur" derdi.
Onun için yağmur rahmetti, bereketti, nurdu, seviydi. Her bir
yağmur damlasının, birbirine değmeden, yalnız ve asil süzülüşü, onu başka
alemlere götürür, yağmuru kendiyle özleştirir, damlaların yalnızlığını,
yalnızlığına benzetirdi.
O, yalnızlığın, başkalarına yaşattığı o ölü ülkede
yaşamıyordu. Çalıştığı saatler boyunca gördüğü insanlar, iş çıkışı
uğradığı esnaf, çay bahçesinde karşılaştığı bir kaç tanıdık, ona yetiyordu.
Üstelik kendine yarenlik eden eski taş evi ve munis bir kedisi vardı. Evinin o geniş, taş duvarlarla çevrili, yağ tenekelerine türlü çiçekler dikilmiş avlusunda, kanaviçe işlemeli örtülü somyasında oturup kitap okur, bundan da büyük bir keyif alırdı. Özellikle, bakır semaverinde demlediği kaçak çayı da kendisine refakat ettiğinde keyfi, hazza dönüşürdü.
Avlusu,
zengin bir duygu çeşnisinin yaşandığı, anlam diyarı gibiydi. Gördüğü her canlıdaki yaşamak telaşı ilgisini çeker, büyük bir hevesle onları seyrederdi. Misal, avlusundaki
karıncaların yuvalarına adeta koşturarak saman çöpü, çiğdem kabuğu
taşıyışlarını hayretle gözler, bazen de kalbindeki merhamet duygusu genişler, karıncalar yorulmasın diye bir yaprağı küçük parçalara böler, yuvalarının önüne koyardı. Taş duvarların
arasında biten sarı çiçekli bitkileri de büyük bir hayranlıkla seyreder,
taşların hayat dolu oluşu, onun da kalbinde bir ümidi yeşertirdi. Özellikle yosun tutmuş
duvarın dibinden yukarıya doğru sürünen salyangozun yürüyüşünü kolaylaştırmak
için ardında bıraktığı o parlak iz, onda ayrı bir heyecan yaratırdı. Ayın
şavkının yansımasıyla o iz, simli bir yola dönüşür, o da bu dünyadaki
yolculuğunda yalnızlığını bu ize benzetir, ne zaman kalabalıklar aklını çelse,
yalnızlığın bu gümüş yol gibi kolaylığın diğer adı olduğunu bir kez daha
anımsardı.
Bir gün
yine o taş duvarda kuyruğu kopmuş bir kertenkeleyi izlerken, dikkatini çeken
bir şey oldu. Taşlar arasına sıkıştırılmış bir kağıt parçası gördü.
Parmaklarını acıta acıta o kağıdı taşların arasından çıkardı. Kağıdın
içine bir şey konulup sarılıp duvara saklanmıştı. Merakla ve pür dikkat kağıdı
açtı. Kağıdın içinde bir tutam kumral saç gördü. Kağıt pörsümüş olmasına rağmen
o saçlar bütün canlılığıyla duruyordu. Kendi kendine : "Kim saçını neden
öyle saklasın ki? diye sordu. Bir çok ihtimal düşündü. Birine yapılmış bir
büyü, bir aşkın hatırası ya da saçını atmaya kıyamayan birinin olabilirdi.
Eskiden kesilen saçlar atılmaz toprağa gömülürmüş, belki bu saçın sahibi de
böyle bir nedenle saçlarını taşlara gömmüştü. O da o saçı atamadı. Nasıl
bulduysa öyle sarıp, yine o duvardaki yerine sıkıştırdı. Belki bir gün birileri bulmak
isteyebilirdi.
Yaz boyunca aynı somyada uyur, yıldızları yastığına nakış, esen ılık rüzgarı
yorgan yapar, seher vakti de kumruların, güvercinlerin sesleriyle uyanırdı.
İnsanı betondan bir cendereye atan bu çağda böylesine bu uykuyu zenginlikten
sayar, bundan dolayı mutlu olurdu. Bir de melekler eşliğinde kıldığı sabah namazı, bu dünyaya sığmayacak genişlikte bir huzurdu. Şu yeryüzünde, bu mutluluk, kaç kişiye nasip
olabilirdi ki?
Bir kaç sene evvel, bir dostunun hatırını kıramayıp, büyük şehre
gitmiş, bir kaç gün orada kalmıştı. Fakat o şehirde ve o apartman dairesinde
geçirdiği her dakikayı işkenceden saymış, bir bahane uydurup apar topar evine
dönmüştü. Çünkü insanı yalnızlığını iten
sadece insanlar değil, mekânlardı da ayrıca. Aynı renkte yanıp sönen ışıklar,
birbirinin kopyası cafeler, basmakalıp masa ve sandalyeler, aynı camcıda
kesilmiş gibi duran mağaza camları, taklit tabelalar ve aynı hatanın hiç
dinmeyecek tekrarı gibi fütursuzca yükselen o ruhsuz beton binalar, onu
derin bir buhrana atmıştı. O hafta, yalnızlığın acı veren yönünü görmüş,
şairlerin ıstırabını hissetmişti. Cahit Sıtkı'nın: "Geniş, siyah
gölgesi yaşamımı kaplayan,/Tepemde
kanat germiş bir kartaldır yalnızlık." mısralarını, daha iyi anlamıştı. Şehri dolaştığı sürece,
insanların ve dahi dostunun, bu binalar arasında, suyu çekilmiş bir
değirmen gibi ömrünü öğüttüğüne şahit olmak da O'nu ayrıca üzmüştü. İnsan böyle
bir ortamda hayatı bir dehliz gibi görebilirdi. Hatta yalnızlık bir bela gibi
musallat olup, insanın gaddar bir hasmı olabilirdi.
Şehrin keşmekeşliğinden kaçıp, evine geldi ve o taş duvarın önünde durdu. "Yok, beton duvarlar, taş duvarlar kadar
anlamıyor yalnızları" dedi ve yalnızlığın güzelliğini anlatan şiirini bir
kağıda yazıp taşların arasına sıkıştırdı. Olur ya! Belki bir gün birileri onu, onun gibi anlamak isteyebilirdi.
Sevilay Meraler