21 Eylül 2017 Perşembe

BEYAZ MAĞARA



Hep böyle oluyordu. Her gün, gözlerini o kelimenin yüzüne vuran muğlaklığıyla açıyor, o kelimenin yüreğine inen muzlimliğinde kapatıyordu. Bu, onun için devasa bir derde dönmüştü. Aklına koymuştu! Bir gün elbette, o kelimenin en doğrusunu, en güzelini bulacaktı. Nelerden ve nasıl vazgeçmek gerekirse öyle vazgeçecek, bunu da kendi hayatıyla deneyimleyerek yapacaktı. Tıpkı laboratuvarda parçalanıp kalbi çıkarılan bir kurbağa gibi! Fakat o hayatını kendi eliyle parçalayacak ve neticede hayatın ve ölümün kalbini bulup çıkaracaktı. Bu bir vehim ya da mesnetsiz bir imge değildi. Bundan şüphesi yoktu! Çünkü bulanlar vardı! Zira olmayan şeye ulaşamıyor insan. Bundan da şüphesi yoktu! 

Epey zamandır bu dert ile boğuşuyor, her dem, bu derdin verdiği eziyette boğuluyordu. Hisleri uyuşmuş, aynaya bakmayı bile unutmuştu. Bunca malumun içinde o meçhulü bulamamak, anlayamamak, çözememek onun için tam bir buhrana dönmüştü. Öyle ki gün batımındaki o güzelliği, cehennem ateşine benzetiyor, gün akşama varınca evine kaçıyordu. Yağmurlu günlerde ise evden çıkmıyor, yağan her yağmur tanesini Çin işkencesine tutulmuş bir mücrimin beyninde patlayan damlalar sanıyordu. Hiç kimsenin kendisiyle konuşmasına tahammül edemiyor, ona söylenen her cümleyi, taze bir mevtanın kendine doğru gelen adım sesleri gibi duyuyordu. Bu yüzden insanlardan da kaçıyordu. Ayrıca büyük bir inkisar içindeydi. Bunca yıl, bunca insanın arasında yaşayıp, insanların söyledikleri trilyonlarca cümle içinde ya da kurdukları milyonlarca duygu alışverişinde, o kelimenin izine bile rastlamamasını kendine yediremiyor, kalabalıklardan bir kez daha tiksiniyordu.

Gündüzlerini bu kaçışların içinde geçirse de asıl keder geceleri başlıyordu. Çünkü biliyordu ki gece, vuslata erenlerin annesiydi ve o, öksüzdü! Gecelerini, sancıları her gün nüks eden müzmin bir hasta gibi geçiriyor, bu arayış, canını ağrıtıyordu. Çünkü aradığı şey ağırdı, hem de varlığından daha ağır... Hatta o kelime içinde demirden bir buluttu. Göğü olamayan, kararmış gümüş renginde, mukavim, müstakil ve fakat dolduğunda altından yağmurlar yağdıran bir bulut.  Çünkü hücrelerini tahrip eden, ruhunu ezip geçen bu baskıyı başka türlü tanımlayamıyordu. Her gün başını yastığına, kalbine çöreklenen bu buluttan altın yağmurlar yağacağı umudu ve aslında en çok da o yağmurda boğulma korkusu içinde koyuyordu. Bu sebepledir ki çok tuhaf rüyalar görüyordu. Öyle ki hiç bir rüya tabiri kitabının fihristinde rüyalarının baş harfine bile rastlayamıyordu. Yani içine düştüğü dünyanın alfabeleri bile buralı değildi.

Elini kaynar suya daldırır gibi, beynini ve kalbini o kelimenin harlı arayışına daldırdı. Evet bu bir yangındı. Şu an için bu yangın, suyu kesik bir  bir mahallenin, en dar sokağının en yüksek tepesinde bulunan ahşap bir evdeydi. Olsun, yansaydı ne olurdu ki! Zaten varoluşun her anı bir yok oluş değil miydi? Hem küllerin beyaz bir mağaradan uçuşan siyah ibrişim kuşları olduğuna inanmıştı bir kere. Önce sustu. Sonra, okulunu, işini ve aidiyetliklerinin hepsini unuttu ve kendini sadece bu soruya verdi. Sırf fahur bir nefsin, hülyasını kırmak, yani fahir olmak için...


Sevilay MERALER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder