29 Mayıs 2015 Cuma

ERMİŞ

Ben bu dünyayı üstümden çıkarmalıyım. 

Elimde bir şiir kitabı var, kağıdı ukbadan yapılmış. Mürekkebi o mübarek anlamın renginde. 

Dervişim, dünyaları taşırım cebimde
Hayat bir elimde; ölüm diğerinde... diyor şair.*


Yağmurun o ince serpintisini beklerken doluya tutulmuş bir çiçek gibi ürküyorum bu mısralardan. Kendimden taşıyorum. Derviş değilim diyorum, çok uğraştım ama olamadım. Oysa ne çok isterdim yağmurlarımın bembeyaz bir gökkuşağını doğurmasını. Hem dünyalarım da yok benim, ceplerim de... Engin bir evrenin elgin bir garibiyim. Rengini kaybetmiş bir tavuskuşu gibi kalakalıyorum bu âlemde.

Beni bir ermişin rüyasından kaldırdılar
Üstüm başım nur. 
Allah'ım. 
Bu şeytan nefsime dikilen tüy mü? 
Dervişin örsünde demir mi? 
Dünya bir ejdeha, yalan. 
Atıyorum asamı 
Yutuyor yalanlarını dünyanın,
Yoluyorum nefsimi 
Ve yutturuyorum asama tüylerini bir bir diyor diğer şair.*

Taşların altında kalmış bir filiz gibi gömülüyorum yağmursuzluğuma. Beni bir ermişle tanıştırmadılar ki hiç! Üstüm başım da zîfıri karanlık zaten. Hem asam yok ki yılan olup, yalan yutsun. Ben asa oluyorum ve ben yutuyorum yalanları ve ben kalbimin örsünde eziyorum ejderhaları.

Neden böyle bir kıyas yapıyorum bilmiyorum. Eksikliğimde uğuldayan o tufandan olsa gerek. Dünyayı nasıl taşıdığımı sorguluyorum. Bu dünyayı diyorum, emanet alınmış bir elbise gibi taşıyordum üstümde.. Aynaya her bakışımda biraz daha usanıyorum kendimden. Dar geliyor bu elbise, yakışı durmuyor, rahat nefes alamıyorum, rahat yürüyemiyorum. Üstelik o kadar dar ki beni olduğumdan mülahham gösteriyor.  Oysa küçümen bir varlığım var benim, gövdem, zübde genişliğinde... Hatta Afrikalı bir çocuğun derisiyle kemiği arasındaki mesafe kadardır, varlığımla yokluğum arasındaki uzaklık.  Her seferinde hodbin bir tavırla, bu elbiseden kurtulmak istiyorum. Fakat ne onu yırtıp atacak kadar onun malikiyim ne de çıplak dolaşacak kadar da hâyasız... Hem tırnaklarımı elbisemi yırtacak kadar uzatmadım ki hiç! 

Sonra O'na verdiğim söz geliyor aklıma. Bela! demişim bir kere. Sözüm, yapışkan bir gölge gibi kapatıyor ağzımı. Susuyorum. 

Rahatlamanın daha soylu yollarını arıyorum, terzilere uğruyorum, hiç biri elbiseme müdahale edemiyor. Ne kumaşımı yamayacak benzer bir kumaş var ne de potlukları kapatacak ip. Uzun ve geniş zamanlardan geçiyorum. Attığım her adımda biraz daha daralıyorum. Bu zahmetli arayış, nefesimi kesecek sanıyorum. Bir aynacının önünde duruyorum ve bir sedayla duruluyorum. "Allah'ı bulunca kendini unut" diyor bir meczup. O an elbisemin içinde eriyorum. 

Anlıyorum... Er/mişler de  maksada, böyle eri/yerek eri/yormuş... 


Sevilay Meraler


Şairler: *Erdem Beyazıt
               *Erdal Çakır




18 Mayıs 2015 Pazartesi

KIYIM

Ömür, kıyımlar toplamıdır... sm



nsanlar kıyıcıydı, kitaplara kaçtım, demiş Cemil Meriç, sanki kitaplar çok merhametliymiş gibi.  Kitaplar da kıyıcıdır ve insan bir ömür kıyıcılar arasında gider gelir. Sahi, kim kitaplara kaçıp mutlu olmuştur ki? 

Kitapların ön sözünden sızan o mâkus mevsimlerin kokusunu almayan veya sayfaları her çevirişinde ayrı bir dünyanın ağıdını duymayan var mıdır? 

Zaman denen dikenli tarlada yürüdükçe kanlar içinde kalan bir ceylandır insan. Mutluluğu aradığı anda kaybeden,varoluşsal acılarla donatılmış bir vadi rüzgârdır. Kaçışlardan medet uman, fakat her kaçışında ayrı bir ölümle karşılaşan muhacir bir kuştur. Kaçar insan... İnsandan kitaba, kitaptan toprağa... Merhameti arar.

Merhameti bulayım derken, ayağı bilmeye takılır ve o artık bir tutsaktır. Okudukça tasalanır insan. Lâkin, kitapların sonu gelir de tasaları sonu gelmez. Lanetlenir. "Bilmek lanetlenmektir" demiş Adorno. O lanet, bilenleri sarmış gibi... Yoksa, yerden biten otlar gibi çoğalan bu mutsuzluğun nedenini neyle açıklayabiliriz ki? 

Bilmek, insanı yakan bir ateştir bazen. Zweig Kleist'in hayatını anlatırken, ünlü filozofun "Beni her şeyden önce bilmek denen şey iğrendiriyor" cümlesini, "kitaplarından yükselen korkunç bir alev "olarak tanımlamıştır. 

Kitaplar... Üzerine yeryüzü düşmüş bir adam gibi ezebilir insanı. Apansız karşılaşılan bir cümle, insanı cendereler vadisine sürükleyebilir.

Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” diyen Pamuk, kim bilir ne cümlelerle karşılaştı, hangi paragrafları hayatındaki değişime şayeste kıldı bilemeyiz. Fakat bu cümlenin bir çok kişinin gerçeği için kuşku götürmez bir gerçek olduğunu kabullenmeliyiz. 

Değil mi ki kelimeler, gözlere kazınan kıyamlardır.

Kâinatı okumak da aynı hüznün yarasıdır. O vâsi deryalardan yükselen nidalar, yazarların figanlarından az değildir. İnsanı çepeçevre kuşatan o ağıt,  bir cani gibi takılır hazların başkentine. 

İnsan... Bir gölge çiçeği. Karanlık bir şakayık. Işığını gövdesiyle engelleyen bir varlık ve kimsenin gölgesi kendisinden uzun değil!

.../
bendim kendimde bir yara
büyüdüm kanaya kanaya

günlerin sargısı sarmaya
yetmedi, -hayatın eczası
bir ceza gibi ve ezâ...
habis bir sonbahar
geldi, yerleşti
oraya, buraya

diyor şair. Nedeni ne ola ki? Bir şair, ömrünün sonbaharında neden hayatı bir yara olarak görür ki? Kitaplar, ona kıyamadığı için mi?

Bilmenin, ruhuna simetrik kesikler attığı şairlere, bilmenin girdabında boğulan yazarlara, düşünmeyi cüzzamlı bir sevgili gibi sevenlere selamla...

Sevilay Meraler


Şiir: Hilmi Yavuz




13 Mayıs 2015 Çarşamba

FERHUNDE

Kendini yutan bir yılan gibi yutuyoruz kendimizi, 
imanımız zehrimiz, imansızlığımız zehrimiz... sm


Sensizlik Rabbim, onulmaz bir yara gibi gelip oturdu şah damarımıza. O en yakın yolların gevherine, çiyanlar dadandı. Tiryakı olmayan dişlerin izleri kaldı kalbimizde. 

Mavisi fersiz bir deniz gibi baktık gökyüzüne. Kısır topraklarımıza, erdemler ektik. Meryem'in bedenine indirirken taşları, İsa'yı doğuran gerçeğe, nisyanı bürüdük.

Masum bir zübde ile yarattığın tinimiz, sensizleştikçe kabuk değiştirdi ve  her kabuğun yerini daha şirretli bir kabuk kapladı. Nurumuz vardı, narımızla devşirdik.

Derken yürüyecek yolumuz, akacak nehrimiz, tutunacak dalımız kalmadı. Seninle doymak varken kıtlıklarda kaldık. Önce birbirimizi yemeye kalkıştık ancak kalpler kaviydi ve birinin zehri diğerinin zehrini mağlup etti. Avımız kalmayınca, gövdemize dadandık. Kendimizi çiğnemeye başladık, kanata kanata, acıta acıta yedik ve yana yana sindirdik her bir parçamızı. 

Şimdi dişlerimiz, kalbimizin sınırına dayandı. 

........

Zarif bir dokunuşla yarattığın kadınlar vardı, 
Merhametsizlerin barınağında yetim
Gövdelerine kıygı mühürlenmiş, mazisi yitim...

Ferhunde bir yaşamı düşlerdi, imgesi kadim...

Ah... 
Ellerinde masal büyüten Havva...
Bunca çıyan içinde hangi kahramanı büyüteceğini sandın? 

Ah...
Kovuklara sürülen Rabia...
Bunca yezit içinde hangi gaybın kadını olabileceğini sandın?

Ah...
Tankların çarkında ezilen Rachel...
Bunca demir içinde hangi taşın acıtacağını sandın?

Kalbi narkozlular sarmış evreni hatunlar. Esrik bir ağızla konuşmaktalar. Mestur bir ifritin mekanıdır ruhları.

Şeytanın kurbanları mübarek taşların üzerine uzanmış, iblisin emrini beklemekte...

Kanınızı alın, muskalara sarın ve göğsünüze asın hatunlar. Sarın ki varlığınız, tiranların coğrafyasında yaşayabilsin.


Sevilay Meraler