22 Nisan 2013 Pazartesi

NİTELİKLİ ADANMIŞLIK



Şu yeryüzünde bir adım var; bir de ada'm
Adım adınla ak
Ada'm adınla  temiz


Ben  ki; 
Sonluğumu sonsuzluğuna ,
Boyutluluğumu boyutsuzluğuna adadım..

Öyleyse...
Beni sana aşk;
Seni bana nakş et Allah'ım..



-Sevilay Meraler-

18 Nisan 2013 Perşembe

BENDEN SOR SIRRINI MESAFELERİN/CÜNDİOĞLU

Ölçmekte zorlanırsan, çekinme, benden sor mesafelerin sırrını! Söylerim.
Aynalarda suretim görünmez oldu çünkü.




Bay Dücane' den yine beni bana yaklaştıran cümleler. "Ben tam da bunu söylemek istemiştim!" kıvamında.. Okuyup keyif almak, okuyup dalmak, okuyup... Neyse...  Okuyalım inşaallah...


Ne garip, dünyayı yorumlayabilmek için o dünyanın kendisinden uzaklaşmak zorundayım. Hiç değilse bir süreliğine.
Hakkında konuşmak istediğim her şeyin dışında durmak/kalmak kaçınılamaz bir zorunluluk. Gurbet yani. Yabancılaşma.
Yanımdayken sadece anlıyabiliyorum onu ama ancak yabancılaştıkça, yabancılaşabildiğim takdirde açıklayabiliyorum. Yabancılaşabildikçe kavrıyorum. Uzaklaştıkça, mesafe koydukça, garipleştikçe, gurbeti hissettikçe.
Benden sor sırrını mesafelerin, der bir defasında Tanpınar.
Ölümün sırrını.
Gecelerin sırrını. Hani o buz gibi, duygusuz, tek başına, kala kala kararmış gecelerin.
Bir de boş sokakların, yağmur birikintilerine gömülmüş kırmızı cadde eteklerinin.
Boş boş yürümenin, yalnızlığın, gerçeğin, hatta gerçekliğin.
Sanki parmaklarım metalmiş gibi, metaldenmiş gibi, hakikati metalden parmaklarla avuçluyormuşum gibi.
Dışına çıkılmadıkça hiçbir şey ne bütünüyle açıklanabilir, ne de yorumlanabilir.
Yorumun sıhhatini temin edecek olan, pek tabii ki dışarıya çıkış, dışarıda kalış, dışarıda oluş.


Her defasında dünyadan uzaklaşmak zorundayım, açıklamak ve yorumlamak amacıyla dünyayı karşıma almayı istediğim her defasında, dünyanın karşısına her geçişimde.
Karşımda duran şey: obje.
Üstünde durduğum  şey: suje.
Dikkatle bakmalı şu iki ön-ek’e: ob (über/over) ve sub (unter/under).
Birini karşıma, diğerini altıma alıyorum.
Başkasını, yabancı olanı karşıma, kendimi ise altıma. Çünkü üstünde durduğum (kendisiyle kaim olduğum) şeyin adı:ben (subject).
Kendi kendimin karşısına nasıl geçeceğim?
Kendimin dışına nasıl çıkacağım?
Elbette yabancılaşarak, öncelikle kendime, yani, neyi talep ediyorsam ona.
Pencerenin hangi tarafındayım bilmiyorum. Bir evin içine mi bakıyorum, yoksa bir evin içinden mi?
Pencerenin hangi tarafındayım? Dışarıda mı, içeride mi?
Sorunun kökeni yabancılaşmada. Gurbet duygusunda yani.
Dünyayla aramdaki mesafe gittikçe açılıyor. Uzaklaşıyorum.
Uzaklaşıyor.
Dünya sözcüğünü her kullanışımda, mutlaka bir önek’in yardımına başvurmak ihtiyacı hissediyorum: dış-dünya.
Bu terimi şöyle de yazabilirdim: dış dünya.
Yazmadım. Çünkü ben terim olarak kullandığım takdirde dış sözcüğünden bir sıfat olarak istifade etmiyorum.
Dış dünya bir sıfat tamlaması; dış da bir sıfat. Oysa benim lugatimde dış-dünya'nın dışı bir ön-ek. Dış-dünya ise birleşik ad. Bir bütün.
Dünyanın dışı değil. Çünkü bir isim tamlaması değil.
Dışına işaret edilen bir dünya da değil. Çünkü bir sıfat tamlaması değil.
Dış-dünya, başka bir dünyanın adı. Yani bir dünya hakkında konuşmuyorum. Yaptığım iş, dünyaların varlığını belirginleştirmek.
En azından bir kendi dünyamın, bir de kendi dışımdaki dünyanın. Dış-dünyanın. Yabancılaştığım dünyanın. Benden gayrısının. Ötekinin. Uzaklaşanın. Uzaklaştıkça küçülenin. Aramızda mesafeler bulunanın. Penceremi ne kadar tıklatırsa tıklatsın, sesini duymadığım, duymayacağım bir dünyanın.
Kapımı yüzüne kapadığım dünyanın.
Artık anlaşılmış olmalı: dış-dünyanın.
Efendimiz, bana dünyanızdan üç şey sevdirildi, diye buyurur.
Dikkat etmeli: dünyadan değil, dünyanızdan...
Sizin dünyanızdan, veya onların, başkalarının, insanların dünyasından, bir başka dünyadan, yabancısı olduğum, aramda hep mesafeler bulduğum bir dünyadan, bana yabancı bir dünyadan, dış dünyadan değil, dış-dünyadan, yani dünyanızdan.
Ne ilginç değil mi, insanın dışındaki dünya sadece doğa’dan ibaret değil.
Doğada, kendimi bir dünyanın karşısındaymış gibi değil, bir dünyanın içindeymiş gibi idrak ediyorum. Her kımıldanışımda doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum. Yabancılaşmak istediğim mekân doğa değil o yüzden,toplum.
Yabancılaşma duygularını kışkırtan, insanı hicranın tâ içine gömen, her adımında onu gurbet buhranına sokan hep yine insan.
İnsanın başı, türünün üyeleriyle belâda. İnsanlarla.
Mesafe duygusunu insana veren de, insandan alan da insan.
İnsana saygımı korumak için insanlardan uzak duruyorum, sözü Dostoyevski’nin.
Hz. Pîr de vasiyetinde oğluna halktan uzak durmasını söyler.
Kadere bakınız ki şimdi halkın hücumuna uğrayan kendisi. Hem de gel, ne olursan ol yine de gel diye diye.
Geldiler ne yazık ki. Hem de hep birlikte, ticket’larla.
Hz. Pîr insanlara değil, insana hasretti.
Şems’e.
Hz. İnsan için insanları terketmişti.
İnsana yaklaşmak, insanına yakınlaşmak için insanlardan uzaklaşmıştı.
Sen kamışlık veya sazlık sözünden çarşıyı mı anlıyorsun ey talib?
Hz. Pir’in çarşıyı, çarşıdakileri, ney’in ise diğer kamışları özlediğini filân mı sanıyorsun?
Başkalarıyla arandaki mesafeyi boşver de bak bakalım kendinle arandaki mesafe nicedir?
Ölçmekte zorlanırsan, çekinme, benden sor mesafelerin sırrını!
Söylerim.
Aynalarda suretim görünmez oldu çünkü.


8 Nisan 2013 Pazartesi

MALAYANİ MONOLOG/AVAL AVAL



Ucubelerin tebessümü adına.... sm


sizin gibi olamadım hiç,

bu yüzden biraz uzaktım, biraz hiç..

ne siz anladınız beni,

ne de ben sizi...
 kısacası anlaşamadık..

                                     oysa hayat sadece an/la/ş/maktı...

                                              

ne zaman ruhtan söz etsem

aval aval bakardınız.
kızmayın sakın!
hakaret değil!
avallık, sersemliğe varan bir saflıktır. 
düşünsenize bu zamanda saflık!

size aval dediysem kendimden uzağa düşmedim,

zaten hiç düşmem !
ben de aval aval bakarım bazen,
yani okuyunca arabi'yi,  hawkıngi ya da ebu zer'i..

bilirsiniz...

ekseriyet hep doğrudur bu  düzende,
tümel, tekil, tikel... 
hangi önermeyle bakarsanız bakın,
bütün doğrular buna çıkıyor.
yani doğru olan sizsiniz!


sizinle anlaşmayı çok isterdim

ama ne yazık ki ekalliyetim...

                                          bakın yine an/la/ş/amadık!

düşünüyorum da,
hayat sizi sevmekle de güzel desem...
bunu söyleten aramızdaki ıraklık sanki...
yani vallahi seviyorum sizi, ama uzaktan.. 
bilin ki bu sevmelerin en güzeli 
ve belki de en adili...

susmak çoğu zaman güzeldir...



-sevilay meraler-

4 Nisan 2013 Perşembe

NİSAN/İSYAN/NİSYAN


Modern leşler, baharı örseleyemez sanırdım..  


Bu gün 4 Nisan. Ben de bi belirsizlik... Yani nisanda mıyım, nisyan damıyım, isyan da mıyım; bilmiyorum. İsa mıyım, nisa mıyım; fark edemiyorum. Bir y/anım baharla sarhoşken, diğer y/anım tuhaf bir başkaldırıyla ayık, öbür y/anım ise...
  

Ben diyorum; nisa
İffet diyorum; İsa 
                                                                  geliyor aklıma.


Bu adaletsiz düzen diyorum; isyan
Sus ahret var diyorum; nisyan 
                                                                    düşüyor aklıma.

Sensizlik var ya Rab!

Zamanın bir ceylan uykusu kadar ferah aktığı bu şehirde bile sensizlik var. Hâl böyle iken, sensizliğe eşlik eden dakikalar, ne kadar dinlendirebilir ki ruhumu? 

Küllerde nergis açtıran bu efsunlu havanın lezzetini nasıl doyasıya tadabilirim ki ?

Sensiz bu şehrin her taşı bir elem, her b/nakışı benim çilem olmaz mı? 

Oysa bu gök, bu ova, bu toprak senin! Bu bal damlası yağmur taneleri, şu esen lezzetli rüzgar, şu tılsımlı koku senin ! Bu körlük, bu kabalık, bu bağnazlık da bizim! 

Keşke diyorum, keşke bir nergisin nasibine düşürdüğün cemalin kadar zerafet düşürseydik ruhlarımıza ve keşke bir kumrunun nasiplendiği kadar nasiplenebilseydik verdiğin özgürlükten.  

Ama yok...


Onlara, seni hissedememe özgürlüğünü tanımam ve buna saygı duymam gerekiyor biliyorum. Benim seni hissetmem bana yetiyor da; onlar da hissetsin istiyorum. Seni hissedişler çoğaldıkça; huzur da çoğalıyor çünkü.. Neden topyekun bir mutluluk yaşamayalım ki.. 

Neden bu gereksiz mahrumiyet?


Bir bilseler, ne kadar zor ya Rab! Ne kadar zor! Sensizliği sevenlerin hükmettiği bu asırda, sensizliklerle yaşamak zorunda kalmak ne kadar zor!


Duruluyorum.. Sonra bir kıyasımukassem oyalıyor aklımı...

İki ağırlık hissediyorum ama hangisi daha ağır, çözemiyorum.. Varlığıma yapışan bu tılsım mı; yoksa bu aya yüklenen etimolojik erdem  mi?

Sevilay Meraler







1 Nisan 2013 Pazartesi

ÇAMURUN İÇİNDE ARINMAK/CÜNDİOĞLU


Yazıya ilginç bir cümleyle başlamış Bay Dücane. "İnsan, özü gereği bilmek ister." demiş. Sahi böyle midir? Öyleyse neden yığınla bilmeyen ve bilmek istemeyen "insan!!" var?  Neyse okuyalım inşaallah.


İnsan, özü gereği bilmek ister.
Bu nedenledir ki düşünce tarihi, insanın bilme çabalarının tarihidir.
Her defasında yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe çıkmayı taleb eden insan ruhu, yukarıya çıkarken adımladığı her basamağı ister istemez düşünme sürecinin menzillerinden biri olarak kabul etmiş, düşünmeyi varlığının teminatı olarak görmekten kendisini alamamıştır, zira düşündüğü/düşünebildiği takdirde ancak varolduğunu duyumsamıştır.
Düşünen canlının yazgısı da bu işte!
İnsan varolduğunu (akletmek anlamında) düşünemez, sadece duyumsar (hisseder). Varoluşunu bilmesi düşünme değil,duyumsama aracılığıyladır. Var veya varlık kavramlarını düşünen/düşünebilen insan, varoluşunu düşünemez, aksine anlar ve duyumsar, ben'in varlığı kendisini akla değil, duyulara ve duygulara teslim ettiği içindir ki düşünen insan kendisinden gayrını dolaylı olarak bilirken, kendisini (aynını) dolayımsız olarak bilir.


Ruhun yukarı, hep daha yukarı çıkma yolundaki çabaları, her defasında basît'e, daha basît'e, en basîte ulaşmak isteğinin bir sonucu. Nitekim yukarı ifadesi, düşünme sözkonusu oldukda, basît anlamına gelir, daha yukarı ifadesidaha basît, dolayısıyla en yukarı ifadesi de en basît anlamına...

Dilerseniz, yukarı sözcüğünün yerine derin sözcüğünü kullanabilirsiniz, derine... daha derine... en derine...

Bu durumda —hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki— anlam değişmez, amaç yine basît olanı kavramaktır, basît olan ister yükseklerde, isterse derinlerde tasavvur edilsin, hiç farketmez. Uzakta olan, ulaşılmak istenen hep basît olandır.

Düşünmenin elinde değildir, hakkı verilince zorunlu olarak basît olanı taleb eder, her defasında daha basît olanı, mümkünse en basît olanı kavramaya çalışır.

Düşünme acemîlerinin anlamadığı taraf da burası. Onlar karmaşık olanın daha derin olduğunu zannederler, kavramlar karmaşıklaştıkça, yargılar çeşitlendikçe, düşünmenin nesneleri çoğaldıkça her nedense yükseleceklerine inanırlar. Bu yüzden de karmaşıklığın, çeşitliliğin, çokluğun içine gömülmeyi önemseyip sözü çoğaltmayı marifet bilirler.


Oysa sığlık, insan zihnine kendisini karmaşık bir surette sunar. Zihin, nesnelerini, önce çokluk (kesret) libâsıyla tanır; sonra onları libâsından soymayı öğrenir. Öğrendikçe çokluk azalır, hatta düşünme'nin hakkı verilirse en nihayet kesret vahdete dönüşüp yok olur.
Esasen bakılan'ın çokluğu, çeşitliliği, karmaşıklığı bakıştadır, bakışın kendisinde(n)dir, bakan'ın ve bakış'ın acemiliği nisbetindedir. Acemilik ortadan kalkarsa, bakılanlardaki çokluk, çeşitlilik ve karmaşıklık da ortadan kalkar. Sözgelimi acemî nâzır önce elmaları görür; bir süre sonra bir elma'yı görmeyi başarır, daha sonra zaman içinde bir'i görmeye başlar, en nihayet ustalaşırsa birlik'i görmek saadetine de kavuşabilir.
Zannediliyor mu ki elma bahçelerinde hiçbir elmayı görmeksizin sadece varlık'ı ve/veya birlik'i temaşa etmek kolaylıkla başarılabilecek umurdandır?
Aslâ!

Basît olan çokluğun tam da aksine çırılçıplak dolaşırken saklanır, onu açık/apaçık olarak, yani doğal haliyle görmek çaba ister, emek ister, pek tabii ki bir de nasib ister.
Peki basît nedir?
Basît'i bilmeksizin basît'i nasıl arayacağız, onu nerede ve nasıl bulacağız?!
Keşke bir çırpıda tanımlayabilsek basît olanı.
Basît'i bilmek için mürekkeb'i, yani basît olmayanı da bilmek, tanımak gerekiyor. Bir kavramı karşıtıyla bilmek, tâlibin elindeki en önemli imkân. Çünkü bilgi'yi karşıtlığın özünden devşirmektir bizim yazgımız.
Herşey zıddıyla münkeşif olur (açıklığa kavuşur), diye boşuna dememiş büyüklerimiz. Açıklığa kavuşmak zıtlığı tanımakla, zıtlığı tanımak ise zıtları bilmekle mümkün olduğuna göre, yola zıtlardan düşeceğiz çaresiz.
Basît'i basitçe -tıpkı nokta gibi- cüzleri olmayan diye tanımlamakla işin içinden çıkamıyoruz, zira bir kavramın veya nesnenin cüzleri başka bir kavramın veya nesnenin cüzlerine nisbetle daha az olduğu takdirde, cüzleri az olan kavrambasît olarak tanımlanabiliyor ki âlimlerimiz işbu basît'i gerçek anlamıyla basît addetmeyip onun basitliğini izafî olarak adlandırırlar, yani basît-i izafî gerçekte basît olmayıp nisbeten cüzleri daha az olana denir. Basit olan, yalın olandır. Parçasız. Unsursuz. Bütün. Tam. 
Yalın olan bütün olandır. Nitekim Hegel ne güzel söyler.

Das Wahre ist das Ganze!

Yani, hakikat demek bütün demektir.
Basît'in yaygın anlamı, hakikatleri muhtelif cüzlerden (cisimlerden) birleşmiş olmayan mânâsındaki basît-i örfîdir.
Üçüncü ve son anlamı ise, zâtında külliyet, cüziyet ve eksik niteliklerden herhangibir cüze sahip olmayan mânâsında kullanılan basît-i hakikîdir ki meselâ varlığı zorunlu olan (vacib'ul-vücud), akıl (ruh) veya nokta bu itibarla gerçek basît olarak kabul edilir.
Demek ki insan zihni basît'e, daha basît'e, en basît'e çıkmaya çalışırken, aslında basît gibi görünenlerden hareketle en sonunda gerçekten basît olan'a ulaşmaya çabalamış oluyor.
Birleşik (mürekkeb) terimine gelince, kısaca bu terim cüzleri olan demektir, basît-i izafî karşılığında kullanılırsa, başka bir şeye nisbetle daha fazla cüz’e sahip olan, basit-i örfî karşılığında kullanılırsa, hakikatleri muhtelif cüzlerden (cisimlerden) birleşmiş olan anlamına gelir.
Bu anlamıyla birleşik, tam veya eksik olabilir ki dileyenler dilediğince diledikleri açıklığın peşine düşebilirler.
Ben kendim ise sadece düşebilirim, düşüremem!
Birleşik olanların (mürekkebâtın) dünyasında birleşik olmanın bedelini ödemek zorundayız, üstelik seve seve ödemek zorundayız. Çünkü hz. insan kemâlini bir tek çıkmakla değil, inmekle de kazanıyor.
Çamura bulanmayanın arınmak için çabalamasının ne anlamı olabilir ki?
Ey tâlib, unutma ki kirlenmemek kirden münezzeh olanlara, arınmak ise yazgısı kirlenmek olanlara özgüdür.
Demek ki sen kirlenmemekle değil, arınmakla mükellefsin!