24 Ocak 2013 Perşembe

MODERNİZME SATAŞMALAR/EBLEH


En modern zamanların, en eblehine...





Işığa aldandın! Güneşe göre ayarlanan bir ömür icat ettin ama geceyi unuttun. Güneşsiz zamanlar gelince, pejmürde şaşkınlığınla, zifirîlerde kalakaldın.

Estetik bir camekânın içinde, bir kum tanesi gibi bir âlemden bir âleme düşerken, sentetik gerçeklerinle hikmeti göremedin.


Yaşamak, zamanı duayla ölçmekti; kavrayamadın. 
 Oysa, hayra çağıran bir duanın süresi olmalıydı adına "hayat " dediğin. 

Köstekli saatini  elbisesine takan eski bir adam gibi, takamadın zamanı ruhuna ve  yaşayamadın onunla dostça...

Bir damla su idin... Bunu bilmene rağmen sudan bir saat yapamadın kendine ve bir damla suya göre ayarlayamadın ömrünü.  

Ey zamansızlıktan müşteki zavallı!


Zamansızlığımızın, özgürleşememiş meydanlarda, yüzü eskimiş saatlere bakmamız yüzünden olduğunu yazamadın bir kenara. Saatler saklanmalıydı diyorum.. Anlayamadın kuytulukların mahremiyetini.

Ey çok bilen!


Ebleh bir saatin çarkına sıkıştırdığın hayatından, kaç mutluluk çıkarabileceğini sandın? Mutluluk, mekanik düşlerin kâbusu idi ve bu düzende dönen her çark paslanmaya mahkum idi. Bilemedin mi?

Bâkiliği kendine yakıştırdığın için miydi bunca çaban ve kibrin? Her ebleh saat, durmak için ayarlanmıştı. Anlayamadın mı?

Durdun modern ebleh! Geçen gün, apansız, hazırlıksız ve zamansız.. Sustun ve anlam veremedin  suskunluğuna..  Elektronik cesetler kaldırdı cenazeni ve attılar seni hurda mezarlığına.. 

-Sevilay Meraler-

11 Ocak 2013 Cuma

MİHNET MODERN


Konferanslar, sempozyumlar ve bilgi..  Cafeler, restoranlar ve tokluk... Sinemalar, tiyatrolar ve görsel şölen.. Türkü barlar, konserler ve keyif.. Alışveriş merkezleri, marketler ve tüketim.. Caddeler, köprüler ve refah.. Arabalar, motorsikletler ve hız.. Televizyon, internet ve takip.. Telefonlar, bilgisayarlar ve bağımlılık.. Kadınlar, erkekler ve şehvet.. 

Kalabalıklar, kalabalıklar.. Caddeler, marketler, mağazalar insanlarla dolu... Nereye gitseniz karşınıza kara yüzlü bir kalabalık çıkıyor. Sanki evler zorla boşaltılmış, insanlar dışarıya çıkmaya zorlanmış gibi.. Hani insanlığa katkısı olan bir eylemde olsalar, gönül bu kutlu kalabalıkla coşacak; ama değil.. Sadece tüketiyorlar.. Nefeslerini, nefislerini, paralarını, dünyayı, kendilerini.. Tüketmek için varlar sanki... Tüket/niyorlar, tüket/niyorlar, tüket/niyorlar..

Bir de, konuşuyorlar, konuşuyorlar... Bomboş, kupkuru, sopsoğuk, kaskaba.. Sözleri, bir asit denizine atılsa da erise ve  keşke sonsuza dek sussalar diyorum keşke.. 


Devasa bir kalabalık ve devasa bir yalnızlık.. Hangi çağın insanına nasip olmuş ki bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ve bu kadar yalnızlık içinde kalabalıklık? Kalabalıktayız ama yapayalnızız; yalnızız, ama beynimiz, kalbimiz, ruhumuz kalabalık.. Yapayalnızken bile beynimizde, kalbimizde ve ruhumuzda kaç insan dolanıyor farkında mısınız? 

Bir tarafta, geçmişin artık hiç bir anlamı kalmamış, tozlu sahnesi ve tozlu oyuncuları; diğer tarafta geleceğin, geleceği belirsiz perdesi ve geleceği belirsiz oyuncuları ve "an" ımızı mahveden o lüzumsuz "zamanlar karmaşası" yaratan tavrımız.." Televizyon ve bilgisayar ekranlarından gözlerimize, aklımıza, ruhumuza akan o puslu işgal.. Ne dış kalabalıktan kurtulabiliyoruz ne de iç kalabalıktan.

"Bunca varlık varken, gitmez gönül darlığı" demiş Yunus. D/varlığımız, v/darlığımızdan yani.. Varlığımızın çokluğuna sevinirken, aslında darlığın çokluğunda oluşumuz ne hazin!! 

Bizi işgal eden bu kalabalıklar, nasıl da ağırlaştırıyor bizi değil mi? Oysa suya atılan bir menekşe yaprağı kadar hafif olmalıydık ve yalnızca O'nun kalabalığıyla dolmalıydık; fakat ne mümkün efendim ne mümkün!!  En tehlikeli virüsün bulaştığı bilgisayar gibiyiz; çöktük çökecek, göçtük göçecek..!! 

Nasıl kurtulacağız bu çökme/göçmeden diye soruyorum kendime. Cevap gecikmiyor. O'na götüren kitaplarla.. Evet.. Kara kalabalığı ak bir kalabalığa, kara bir yalnızlığı ak bir yalnızlığa dönüştüren yegane şey, bu insan k/dokulu sayfalar ve O'na doyuran kelimeler.. Evet, "İnsan kitaba baka baka aklanıyor.." Yani, en azından ben aklanıyorum; lâkin sizi bilemem..


-Sevilay Meraler-

6 Ocak 2013 Pazar

İKİ KİTAP-İKİ HÜZÜN-İKİ ÜMİT

"Hiç yaşamadım ki... Ölemem o yüzden..."


İki kitap var elimde. İkisi de O'na götüren türden. Değerli bir hocamın vasıtasıyla okuyorum. Okudukça, aklanmaya ihtiyaç duyuyorum, okudukça paklanmaya... Kendime yöneliyorum. Kapılarımdan  içeriye girmek istiyorum; kapı dışı ediliyorum. Mevlana: "Bizde kapılar içeriye doğru açılır.." demiş. Ben kapılarımı hep dışarıya doğru açmışım galiba... Kapı/lıyorum.. 

Yine sersemliyor hümanizmim ve yine sersemliyor rasyonalizmim.. Sarsılıyorum, donuyorum.. Akla isyan, bütün ağırlığıyla basıyor; adımlarının izi, ruhumda kalıyor.. Modernizmimin köküne kibrit suyu döküyorum.. "Ben"e dair ne varsa yıkmaya çalışıyorum; lakin kalıntıları çok; çünkü kalabalığı da çok.. Ya esef!!

İlk sayfada, İbn-i Arabi'nin "İnsanların taş üzerine kazıdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için suya  üstüne yazılmış yazı gibidir.." sözünü görüyorum ve bu ilk cümle bile gönlümü çarpıp geçmeye yetiyor.. Meğer, O'nun yazılmadığı her kelime anlamsız, O'nun olmadığı her cümle bomboş, O'nun akmadığı her damla mürekkep suretsizmiş diyorum ve gözlerimden bin bir pişmanlıkla akıyor okuduğum O'nsuz kelimeler.. 

Arabi'nin bu sözünü okuyunca, aklıma, Mardin Camii Kebir'in minaresindeki, kufi yazıyla yazılmış, iki kitabe geliyor. İlkinde " La İlahe İllallah Muhammedün Resuallah -Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.) O'nun elçisidir-"; ikincisinde "Ve men yetevekkel alallahi fehuve hasbuh. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter-" yazıyor. 

Önce, "İnsanların, Allah'ı taş üzerine kazdıkları, yüzyıllık aşkların/yazıların bulunduğu" bir şehirde yaşıyorum diye seviniyorum; ama sonra kurşuni bir hüzün çöküyor şehrime. "Taşa yazılmış; ama kalplere yazılmamış" diyorum ve soruyorum: "Kalplere kazınması için, kalplerin taşlaşması mı gerekiyor Ya Rab?" 

Bu taşlaşmış kalpler, bu taşlaşmış ruhlar ve cıvıklaşmış bedenler.. Neye gebe? Yoksa bu, taşlığımızın imtihanı mı? Yani taşı taşlamayalım mı? Taş taşı taşlayamaz; taşlamak sadece sana ait biliyorum.. Fakat ya taşladıklarımız!!? Affedecek misin? O esnada bir cümle daha bakıyor gözlerime: "Hoşgörü, müsamaha, merhamet ve şefkat ancak aşkla uyanmış bir kalpte yeşerebilir." Kalplerimize bakıyorum.. Ne kadar da aşksızmışız!! diyorum.. Üzülüyorum..

Bir cümle daha.. "Allah gaybın sırrını, arifin kalbine mürekkepsiz yazarmış... Allah aşkı da kalbimize mürekkepsiz yazıyor.. Kalbime bakıyorum; mürekkebe bulanmış.. Aşk, kalp ve mürekkep... Kalbimden bir ses yankılanıyor: Ya leyl!!!

Diğer sayfa.. "Dünyaya gelince: onu öldür, yoksa o seni öldürür" diyor kitap ve soruyor: Orak ile buğday başağının öyküsünü bilir misin? Ölüm, orağın ağzını biler ve böylece başaklar yerlere kapanıp secde eder." En keskin orağı diliyorum O'ndan. Secdeme bakıyorum; fâniliğe bulaşmış... Secde, alnım ve ölüm.. Alnımdan bir ses yankılanıyor.. Ya esef!!  

"Allah kimsenin göğsüne iki kalp koymuş değildir" ayetini görüyorum; o an koca bir girdapta boğuluyorum.. "Kalbini dinle! O sana asla haram şeyler fısıldamaz" diyor kitap.. Kalbime bakıyorum; ikiliğe dolanmış.. Kalp, ikilik ve teklik... Kalplerimi dinliyorum; iki kalbimden bir ses yankılanıyor..Ya veyl!! 

Gece okuyorum kitapları; çünkü gündüzler, hüznün karanlığını örtemiyor.. Hüzünleniyorum.. Sonra kitapta, Lamartov'un şiirinden bir satır ilişiyor gözüme. Bu defaki bir gözyaşıydı / kederimin mücevheri... 

Mücevherimi düşünüyorum.. "Gözyaşlarını silmenin en iyi yolu, bir gözyaşı nehrine atlamaktır" diyor kitap. Gözyaşlarıma bakıyorum; dünyaya bulaşmış... O'nun için akıttığım mücevher, bir nehri doldurmuyor.. Gözyaşı, nehir ve mücevher.. Gözlerimden bir ses yankılanıyor.. Vay malaminé!!!


Okudukça bitiriyorum; okudukça bitiyorum.. Felaketlerden türemiş bir hüzünle doluyken, yine kitaptaki bir teselli düşüyor cümlelerime. "Tevekkül ehli için felaket ihtimali yoktur!! Tevekkül, felaket ve ümit.. Tevekkülüme bakıyorum; saflığa bulaşmış.. Tevekkülümden bir ses yankılanıyor: "İnşaallah..." 



 -Sevilay Meraler-