5 Ekim 2017 Perşembe

ZEMİSTAN

Hâlâ bir boş bedeni taşır da ayakları ...  -Ü. Oğuzcan-


şerha şerha yırtılırken dünyanın yüzü, hangi yara, hangi paradoksla sarılır, bilemem  ki!

bir ortaçağ despotluğu düşmüşken avuçlarıma, bir postmodern acizlik sarmışken yollarımı, nasıl özgürleşebilirim ki.

çağların yalanı, kanata kanata bölerken tarihi, hangi paradigmaya, hangi bitmezliği sığdırabilirim, beceremem ki!  

kurulup yıkılırken bir bir  uygarlıklar ve kanın hakimiyeti doluşurken ruhların damarlarına, nasıl yormaz beni bu anlayış, anlayamam ki.


bak işte güle düş/tü.


ilk alfabe, ilk harf ve ilk insan...


sonun ilke aldanışı ve kahredici bir yağma...


kuyu mezarlar, kanatları solmuş bir yarasanın körlüğü  ve aziz musalla taşı...

nil nehri ilk defa şaşırttı güneşi, ilk şaşkınlığı takvimin ve insanın.. taşmadı, taşamadı, taşıyamadı. 

mumyalanmamış bir haya, kefensiz ölüler ve göç...

hangi güleç ceset, hangi  zemherinin azabını yüklenir, kavrayamam ki!

Sevilay Meraler

1 Ekim 2017 Pazar

KAĞIT KESİĞİ







Kehribar dokulu rüzgarları, konfetiler gibi biteviye uçuşan karahindibaları, bazı bazı serpiştiren yağmuru ve evrenin en mükedder çiçeğinden yapılmış esans gibi kokan havasıyla en sevdiği mevsimdi güz. Bu kına kızılı günlerde, bakır rengi yaprakların gönülsüz düşüşlerini ve gömülüşlerini insanın akıbetine benzetir, kurumuş yaprak yığınlarının üzerinde yürürken çıkardıkları o hışırtıyı, kabirlerdeki pişmanlık nidaları gibi duyardı. Bu yüzden hazin  bir ruh haline bürünür, dünyadan elini eteğini çeker, öteki alemin derdine düşerdi. Her mevsim değil yalnızca, böyle vakitlerde ortaya çıkardı bu tahassür. Bu yüzden bu mevsimin her gününü en kıymetlilerinden sayar, ihtiyarlamış vitrinlerde dizilen porselen fincanlar gibi, bu günleri de kalbinin camekânında birer yadigâr olarak saklardı. Yalnızlaşırdı, çünkü ona göre uzlet, en çok bu mevsime yakışırdı. 




Böyle zamanlarda dünya onun için, bir nehrin akarken göz ucuyla bakarak geçtiği, varlığının küçüklüğünden dolayı unutulan, bir kır çiçeği gibi olurdu. Hani bu çiçek de ona seslenmese, hatırlayacağı yoktu onu. Hem lüzumu da yoktu belki, zira o çiçeğin yanı başındaki erguvan ağacı da  nihayetinde, bütün ihtişamına karşın çiçeklerini yitirmiş, kuru bir çalılığa dönüşmüştü.

Yine güzdü. Ormanda tarçın rengi yaprakların üzerine oturmuş, bir yandan yeni yazacağı öyküsünün adını düşünüyor diğer yandan da ince bir dal parçasıyla toprağı eşiyordu. O esnada o kahverengi birikintinin içinde, olabildiğince parlak, büyük bir cisim gördü. Altın bir plakaydı gördüğü ve bu plakanın üzerine Arapça harflerle " Dünya" yazılmıştı. Uzun bir süre büyük bir hayranlıkla o kelimeyi seyretti. O kadar güzel görünüyordu ki, gözlerini ondan alamıyordu. Sonra, onunla neler yapabileceğini düşündü. Bu plaka sayesinde maddi anlamda güçlenebilir, - yoksul değildi aslında- bu yoksulluktan kurtulabilirdi. Bir anda, devasa hayaller kurdu, bir mutluluktan diğer mutluluğa atladı, saniyeler içinde kendinden çıkıp, bir krala döndü. Büyük bir ümitle eline o plakayı aldı, önce ceketinin içine saklamak istedi, sonra onu çantasında saklarsa, daha az dikkat çekeceğini düşündü. Plakayı aldı, dikkatlice çantasına koydu . Koydu koymasına ama çantasında her hangi bir ağırlık olmadı. Çantanın içine yine baktı, yanılmıyordu o plaka yoktu. Çantanın içindekileri boşalttı. Hiç bir şey yoktu. Sadece çantanın dibinde bir avuç kadar koyu renkli bir toz kalmıştı. O plaka, onu sahiplendiği an toza toprağa dönüşmüştü. Anlamış ve yine yanılmıştı. Önce gökyüzüne baktı. Sonra da az önce kurduğu hayalleri ve ümitleriyle birlikte çantasındaki o tozu boşaltarak, evine döndü.

Hiç bir kitap, hiç bir söz dünyanın ne olduğunu ona bu olay kadar güzel anlatmamıştı. Evet, dünya, en nihayetinde itibar edilemeyecek bir avuç toz kadar naçizdi, sahiplenilmemeliydi ve dünya illet doluydu. İnsanlar, doğduklarında göbek bağlarını, dünyayla kesmiyordu ve ömürleriyle birlikte iltihaplanan o kordon, evrene yayılan bu illetin müsebbibiydi ve giderek daha fazla yayılıyordu. Bu olaydan sonra, evine her gelişinde, her gün gördüğü fakat anlam veremediği, ayakkabısına bulaşan o irini, havayı ağırlaştıran murdar kokuyu ve o ürpererek baktığı o ötesiz yüzleri de nihayet anlamıştı. Bir de kitaplardan sızan o sarımtırak yoğun sıvının, para ve şöhret gibi bir cerahatın sızıntısı olduğunu da...  O gün sabaha dek uyumadı. Yatağından kalktı, Kuranı eline aldı ve bir ayetiyle o kordonu kesti. Yüreğine bir kağıt kesiği değmiş gibi, ince, derin, yakıcı bir acı hissetti. Bundan sonra yazacağı bütün öykülerin adı belli olmuştu. 


Sevilay Meraler