27 Temmuz 2015 Pazartesi

21 GRAM




Bir ömür diyorum, yanıtı hiç bulunmayacak sorularla cedelleşerek geçiyor. Fakat bu çetin savaşın mağlubu hep o sorular oluyor. Zavallı insan... Öğrendikçe donuk bir kuş cesedi gibi bakıyor hayata. Elimde bir kitap var. Bu kitapta bir çok  kahraman var hemen hemen hepsi ölü. Ben en çok şeyhin fikirlerine kulak kabartıyorum. Çünkü hayatı yaşarken ölen birinden dinlemeyi, yaşamadan ölen birinden dinlemekten daha çok seviyorum. Çünkü nefes aldıkça muğlaklaşan bir beynimiz ve nefes aldıkça sislenen gözlerimiz var, ruhumuzun nefesi ise tıkanmış! 
Emaneti emin olana bırakmak gerekir diyorum ve emin olmak cümlesini bir sandığa kilitliyorum. Okuduğum kitabın ölmüş kahramanı da beni destekler nitelikte bir cümle kuruyor: "Ben küçükken kısa bir süre olsa da saadeti yaşardım lakin daha sonra olanları görünce saadetten şüphelendim" diyor. Ben de saadetlerimizden şüphelenmenin vakti gelmedi mi? diye soruyorum.

Bizler koca bir yanılgıya inanıyoruz ve doğruluğundan emin olduğumuz her kavram biraz sonra ölecek olan bir adamın eli gibi bizi yalnız bırakıyor. Bizlere gelecekten bahsederken  hep umut dolu cümleler kurmayı öğrettiler. Her ne kadar ortaya, tünelin sonundaki ışık, gelen bir trenin farı olabilir gibi olumsuz ihtimalleri barındıran cümleler atılsa da bizlere, ışığın varlığına hep inandırdılar. Oysa kitabın diğer ölü kahramanı: "Gelecek, insanların içinden bir ışık fışkıracağını bekledikleri bir karanlıktı faniler için." diyor. Ben de, sahi ışığımızdan kaç karanlık çıkardık? Farkında mıyız? diyorum.

Zaman faslı düşüyor sonra kitaba. Meczubluğa, ölüme ve zamana ilgimdendir zahır, cümleler, gözleri parlayan bir tilki gibi çekiyor dikkatimi. "Sen durursan ve zaman yürürse ölüyordun, sen yürürsen ve zaman durursa deliriyordun" diyor ölülerden biri. Ben durmuştum ve zaman yürüyordu. Demek ki ben de ölülerden sayılabilirim diyorum kendi kendime. Lakin bu delirmekten daha cazip geliyor! Durmanın kötülüğüne inanmayanlardanım. Şeyh de tekkesinde hep durdu. Fakat yürüyenlerden daha fazla hayat doluydu. Hayat bir bekleyiştir diyordum ki kitaptaki şu cümle yüreğimi ağzıma getiriyor. "Bekleyişteki bilgisizlik korkunçtur." Evet itiraf ediyorum, korkuyorum!

Bu derin bekleyişte, dursam bile kazalara uğruyorum. Misal son derece durgun bir göl gibiyken mutluluk gelip çarpabiliyor ve bu sarsıntı deva olup yaralarımı sarabiliyor ya da keder, mutluluk çığlıkları atarken çığ olup üzerime düşebiliyor.  Bir ölü şunu söylüyor: "Büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak, derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkânsızdır; taşınması zor bir azabın altında ezilen insanlar, bazen büyük bir mutluluk ihtimali kapılarını çalsa da o kapıyı açacak gücü ve cesareti kendilerinde bulamazlar, hatta sessizce durup kapılarını çalan bu beklenmedik yolcu gitsin diye beklerler; kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir. " diyor. Galiba benim bu cümleye asla itirazım olmayacak! Hele bir de "Kader onları öyle bir biçimde bir araya getirmişti ki birinin mutlu olması için diğerinin mutlaka mutsuz olması gerekiyordu."cümlesini görüyorum. Ben hangi mutluluğum mutsuzluğu ya da hangi mutsuzluğun mutluluğuyum acaba diye sormadan edemiyorum. Kitabı ürkerek elimden bırakıyorum. Balkona çıkıp hava alıyorum. Soluklanmak çoğu zaman iyidir!

Bir ara günahı konuşuyor şeyh: "Bazen insan Allah'tan bile saklanmak  ister, bunun günah olduğunu bile bile... İşte imtihanı böyle anlarda kaybederiz." İddialarımın tersine yaşayan kahramanlardan biri "Günahı herkes biliyor bu yüzden hepimiz sevabı arıyoruz." diyerek beni şaşırtan bir cümle kuruyor. Ben de fakat neden bulamıyoruz? diye soruyorum ama mösyö beni duymuyor.

Sıra ölüme geliyor. Asker kahramanlardan biri, şeyhle ölümü konuşuyor. Şeyh: "Dünya, bir sonsuzluğu taşıyamayacak kadar küçük, ne bu dünya ne de bu dünyanın üstünde yaşayanlar sonsuzluğa bir mana katamaz, buna kudreti yetmez. Fakat vaktaki terk-i dünya eder, başka bir aleme göçeriz, orada işte belki bitmeyen bir hayatın bir mana kazandığını görürüz ama burada değil. Burada güzel olan, güzelliğini bir sonu olduğuna borçludur." diyor. Fakat ömrü savaşarak, öldürerek geçen asker bu cümleleri tasvip etmiyor. "Şeyh belki ölümün hayata bir mana, hatta güzellik kattığını söylüyordu ama o güzelliğin, o mananın bir müsademenin ortasında genç çocuklara nasıl geldiğine hiç şahit olmadı ki, parçalanmış vücutlar, akmış gözler ve inleyen askerleri hiç görmedi ki. O belki hayatı, ölümden sonrasını ve ahireti biliyordu ama ölümü biz biliyorduk, biz gördük. Doğrusu ya, ölüme hep şaşırdık hiç mana atfetmedik, ondan bir mana göremedik" diyor. Yine bu ikilemn sancısı giriyor beynime. Vahşet, manayı güçlendirir deyip duranlardanım oysa. Yoksa tam tersi mi oluyor? Hayır, düşünmek istemiyorum. Ölümü bayağılaştıran vahşetle bizi sınama Rabbim diye dua edip susuyorum. Çünkü gücüm yok bu bilgiyi öğrenmeye! Ben de mana katıyordum, ben de görünene ilgi duymuyordum. Bu bir hata mıydı bilmiyorum fakat şeyh yine beni destekliyor: "Görünmeyen bir kudrete inanmakla hayatını geçiren biri, görünmeyi çok önemli bulmayabilir diyor. 

Kitabı okumayı bırakıp insan olmanın ve düşünmenin o anlatılmaz vakarını ve yorgunluğunu yaşarken, bir film seyretmek istiyorum. Fakat hayır bu müthiş bir tevafuk! Düşünmek peşimi hiç bırakmayacak! Filmden yeni bir şey öğreniyorum. Ölen her insan, 21 gram eksiliyormuş... 


Sevilay MERALER









25 Temmuz 2015 Cumartesi

EN KÖŞEDEN


Yok insanlar ağaçlar kadar sabırlı değil!
Kök salmadan meyve istiyorlar.
Mevsimler kapıya uğramasın,
Toprak yüzünü yıkamasın istiyorlar.

Yok diriler ölüler kadar sabırlı değil!
Sura üflenmeden cenneti istiyorlar.
Yedikleri yılan ekmeği, yattıkları yılan yastığı...
Hayat, kalleştir bilmiyorlar.

Yok insanlar rüyalar kadar zeki değil!
Saçlarının dibinde saklanan geçmiş, geçmiş sanıyorlar,
Şairler öyle söylemiş.
Gün kızıl bir güle döndüğünde anlayacaklar,
Vakit, geçmiş...
Sevilay MERALER

4 Temmuz 2015 Cumartesi

OKUDUNUZ MU?




Eski bir firuze taşının çatlağındaki o siyaha çalan mavi bir çizgi gibi akıyor hayat. Munis bir keder ve mecnun bir sevinçle... Ebedi bir sürüncemenin hükmünde esiyor bütün rüzgarlar. Seyrine dalıyorum...

Her bakışımda bilincimi biraz daha genişletip kaygılarımı teskin ederken, soluk bir cümlenin o kayıp renginde buluyorum kendimi. Biri, okudunuz mu? diye soruyor. Ben içimden varoluşu mu diye soruyorum; o, hayır aklın gerçekliğini diyor. 

Bu, kadim bir minarenin tepesinde gökle fısıldaşırken yerde aniden kopan bir debdebeli bir şamatanın içine düşmeye benziyor. Dünyanın o adi çıplaklığına ukbanın mestur gözleriyle bakıyorum. Nasıl demeli, yani kelimelerin kifayetsizliği gibi bir gerçek var. Her ne kadar olumlanılmasa da... İnanılması ve anlatması ve dahi anlaşılması zor bir vaziyet... Kimselere bir şey diyemiyorum.

Aklın o en anlaşılmaz sanılan yollarını kalbimle aştım aşalı küçümser oldum cümleleri. Cümlelerin de bedenleri ve dahi dilleri vardır desem? Dili yalan söylerken bütün bedeni doğruyu haykıran ahmak bir adam gibi cümleler de kendini ele veriyor desem? Biliyorum inanmayacaksınız. Biliyorum, o filozofların anlaşılmazlığı kadar kutsanmayacak sualim. Fakat bunu önemsiyor muyum? Elbette hayır! 
Yani biri çıkıp da anlıyorum dese, cevabım yalnızca şu olurdu: Lüzum etmezdi! 

Zira insanları terk edeli çok oldu.... 

Sevilay Meraler