8 Mart 2017 Çarşamba

TENHADA







Şiir okumayı severdi. En çok da yalnızlık kokan şiirleri... Çünkü o da yalnızdı. Evinin baş köşesindeki, bordo çiçekli, dolaplı divanının kitaplığında, itinayla dizilmiş bir çok şiir kitabı bulunurdu. Şiirleri, çocuklarıymış gibi sever, her şiiri, taşıdığı duyguya uygun bir ses tonuyla okurdu. Fakat çoğu zaman bazılarını anlamakta zorlanırdı. Özellikle de yalnızlığın insana verdiği o derin ıstıraptan bahseden şiirleri...Misal Aragon'un:"Yalnız insan merdivendir/Hiçbir yere ulaşmayan/Sürülür yabancı diye/Dayandığı kapılardan" mısralarına anlam vermez, yalnızlığın, insanı, bu kadar yaralayacağına ihtimal vermezdi. O da yalnızdı fakat hiç bir zaman, bu acıyı, bu denli hissetmezdi. Çünkü o, yalnızlığını kutsal bir mayayla yoğurmuş ve sıcak bir ekmek kokusu gibi içine çekmişti. İnsan, hangi duygunun coğrafyasında yetişmişse, yalnızlığın ona, o şehrin kokusuyla geldiğini de bilirdi. O da ömrünün bütün mevsimlerinde, yalnızlığı, sıcak bir selam gibi karşılamış, onunla olan birlikteliğinden hiç rahatsız olmamıştı. Hatta  yalnızlığını bir gül gibi yakasında taşımıştı. Birileri onun yalnızlığına söz edecek olursa, Dağlarca'nın: "Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım/yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir/her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir." mısralarıyla cevap verirdi.

Yalnızlık, ruhuna, semadan bazen bir ışık huzmesi, bazen bir su demeti gibi akardı. En çok yağmuru severdi. Ovaya yağışını seyrederken, farklı bir heyecan duyar, mutlaka ellerini dua eder gibi açıp, o ilahi suyu avuçlarına doldururdu. Yağmurun yağan her bir tanesini bir saraya benzetir, o damlaların, dünyanın bütün yıkıntılarının üstüne bir huzur saltanatı kurduğuna inanırdı. Hatta yağmura neden yağmur denildiğine anlam vermez, yağmura "yağnur" derdi.  Onun için yağmur rahmetti, bereketti, nurdu, seviydi.  Her bir yağmur damlasının, birbirine değmeden, yalnız ve asil süzülüşü, onu başka alemlere götürür, yağmuru kendiyle özleştirir, damlaların yalnızlığını, yalnızlığına benzetirdi. 



O, yalnızlığın, başkalarına yaşattığı o ölü ülkede yaşamıyordu. Çalıştığı saatler boyunca gördüğü insanlar, iş çıkışı uğradığı esnaf, çay bahçesinde karşılaştığı bir kaç tanıdık, ona yetiyordu. Üstelik kendine yarenlik eden eski taş evi ve munis bir kedisi vardı. 
Evinin o geniş, taş duvarlarla çevrili, yağ tenekelerine türlü çiçekler dikilmiş avlusunda, kanaviçe işlemeli örtülü somyasında oturup kitap okur, bundan da büyük bir keyif alırdı. Özellikle, bakır semaverinde demlediği kaçak çayı da kendisine refakat ettiğinde keyfi, hazza dönüşürdü. 

Avlusu, zengin bir duygu çeşnisinin yaşandığı, anlam diyarı gibiydi. Gördüğü her canlıdaki yaşamak telaşı ilgisini çeker, büyük bir hevesle onları seyrederdi. Misal, avlusundaki karıncaların yuvalarına adeta koşturarak saman çöpü, çiğdem kabuğu taşıyışlarını hayretle gözler, bazen de kalbindeki merhamet duygusu genişler, karıncalar yorulmasın diye bir yaprağı küçük parçalara böler, yuvalarının önüne koyardı. Taş duvarların arasında biten sarı çiçekli bitkileri de büyük bir hayranlıkla seyreder, taşların hayat dolu oluşu, onun da kalbinde bir ümidi yeşertirdi. Özellikle yosun tutmuş duvarın dibinden yukarıya doğru sürünen salyangozun yürüyüşünü kolaylaştırmak için ardında bıraktığı o parlak iz, onda ayrı bir heyecan yaratırdı. Ayın şavkının yansımasıyla o iz, simli bir yola dönüşür, o da bu dünyadaki yolculuğunda yalnızlığını bu ize benzetir, ne zaman kalabalıklar aklını çelse, yalnızlığın bu gümüş yol gibi kolaylığın diğer adı olduğunu bir kez daha anımsardı. 

Bir gün yine o taş duvarda kuyruğu kopmuş bir kertenkeleyi izlerken, dikkatini çeken bir şey oldu. Taşlar arasına sıkıştırılmış bir kağıt parçası gördü. Parmaklarını acıta  acıta o kağıdı taşların arasından çıkardı. Kağıdın içine bir şey konulup sarılıp duvara saklanmıştı. Merakla ve pür dikkat kağıdı açtı. Kağıdın içinde bir tutam kumral saç gördü. Kağıt pörsümüş olmasına rağmen o saçlar bütün canlılığıyla duruyordu. Kendi kendine : "Kim saçını neden öyle saklasın ki? diye sordu. Bir çok ihtimal düşündü. Birine yapılmış bir büyü, bir aşkın hatırası ya da saçını atmaya kıyamayan birinin olabilirdi. Eskiden kesilen saçlar atılmaz toprağa gömülürmüş, belki bu saçın sahibi de böyle bir nedenle saçlarını taşlara gömmüştü. O da o saçı atamadı. Nasıl bulduysa öyle sarıp, yine o duvardaki yerine sıkıştırdı.
 
Belki bir gün birileri bulmak isteyebilirdi. 


Yaz boyunca aynı somyada uyur, yıldızları yastığına nakış, esen ılık rüzgarı yorgan yapar, seher vakti de kumruların, güvercinlerin sesleriyle uyanırdı. İnsanı betondan bir cendereye atan bu çağda böylesine bu uykuyu zenginlikten sayar, bundan dolayı mutlu olurdu. Bir de melekler eşliğinde kıldığı sabah namazı, bu dünyaya sığmayacak genişlikte bir huzurdu. Şu yeryüzünde, bu mutluluk, kaç kişiye nasip olabilirdi ki? 


Bir kaç sene evvel, bir dostunun hatırını kıramayıp, büyük şehre gitmiş, bir kaç gün orada kalmıştı. Fakat o şehirde ve o apartman dairesinde geçirdiği her dakikayı işkenceden saymış, bir bahane uydurup apar topar evine dönmüştü. Çünkü insanı yalnızlığını iten sadece insanlar değil, mekânlardı da ayrıca. Aynı renkte yanıp sönen ışıklar, birbirinin kopyası cafeler, basmakalıp masa ve sandalyeler, aynı camcıda kesilmiş gibi duran mağaza camları, taklit tabelalar ve aynı hatanın hiç dinmeyecek tekrarı gibi fütursuzca yükselen o ruhsuz beton binalar, onu derin bir buhrana atmıştı. O hafta, yalnızlığın acı veren yönünü görmüş, şairlerin ıstırabını hissetmişti. Cahit Sıtkı'nın: "Geniş, siyah gölgesi yaşamımı kaplayan,/Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık." mısralarını, daha iyi anlamıştı. Şehri dolaştığı sürece, insanların ve dahi dostunun, bu binalar arasında, suyu çekilmiş bir değirmen gibi ömrünü öğüttüğüne şahit olmak da O'nu ayrıca üzmüştü. İnsan böyle bir ortamda hayatı bir dehliz gibi görebilirdi. Hatta yalnızlık bir bela gibi musallat olup, insanın gaddar bir hasmı olabilirdi.  

Şehrin keşmekeşliğinden kaçıp, evine geldi ve o taş duvarın önünde durdu. "Yok, beton duvarlar, taş duvarlar kadar anlamıyor yalnızları" dedi ve yalnızlığın güzelliğini anlatan şiirini bir kağıda yazıp taşların arasına sıkıştırdı. Olur ya! Belki bir gün birileri onu, onun gibi anlamak isteyebilirdi.


Sevilay Meraler