20 Eylül 2015 Pazar

ADEMİN TARLASI

Oysa bir ceylanın yüzüne bir kaç damla yağmur serpiştirmeye gelmiştik
ve bir kumruyu güneşle uyandırmaya...


Şirret uyanmamıştı henüz. Henüz, kanın kokusunu ve dokusunu tatmamıştı dünya. Hırsın kökleri toprağa bağlanmamıştı. Her şey ait olduğu renge ve yere sabitlenmişti.

Gün şaibesiz doğup, şaibesiz batardı. Hiç bir yağmur tanesi bir zalimin yüzüne düşmemişti ve henüz acımamıştı yüreği salt bu zorunlu sebep ile...

Toprak münezzehti, asuman safi...

Kargaların duyuları körelmemiş ve herhangi bir naaşla karşılaşmamıştı gözleri. 
Kazdıkları hiç bir mezarda çiyanlara rastlamamışlardı.

Adem'in elleri, denizden çıkmış beyaz bir balık gibiydi, kalbi de... 

Şeytan ayağına çelme takalı, çamura/kendisine düşüp kirlenen kalbi yeni yeni aklanmıştı. 
Ektiği bütün tohumlar kısa bir süre sonra filizlenip, buğdaya dönüştükçe ve tadı aynı olunca bütün buğdayların, yeni kalbiyle daha ümitvar bakar olmuştu toprağa.

Bütün yorgunluğunu taşlara emanet etmiş, büyük bir metanetle mülteci bir vakte sığınmıştı. 

Bir gülibrişimle bitmez tükenmez hasbihâllere dalarken, dünyanın, az ötesinde duran o zülfüarus gibi hep halis kalacağını düşünmüştü.

Fakat uzun sürmemişti bu kutlu merasim.

Bir gün, safi tarlasının, safi buğdayından yediği ekmeğin kekremsi tadıyla gerildi.

Dudağının kenarında, bir şebnem tanesi gibi dünden kalan tebessümü yere düşmüştü. 
O şebnem buralı değilmiş, anlamıştı.

Tarlasına koştu, cihanın yazgısı kelime kelime düşmüştü toprağın üstüne. 
Kırmızı  mürekkeple yazılmış cümleleri okumuştu. Bilmek, ilk defa acıtmıştı canını.

Sonra bir saika düştü dünyaya, bir vaveyla ruhlara ve bir ağıt rüzgara...

Taşlar çatladı, ekinler çürüdü, sular küflendi.

Hep doğumlara şahit olan Adem, Kabil'i gördü, elinde Habil'in cesedi... 


Sevilay Meraler